Godard, sürekli olarak izleyen ve dinleyen insanların kafasına bir şeyler vurmaya, bir nevi propaganda etkisini kullanmaya çalışıyor British Sounds’ta.
Sinema dünyasına sinema yazarı olarak adım atan Jean Luc Godard, ilk filmini 1960 yılında çeker. Yeni dalganın en önemli ürünlerinden olan ‘’Serseri Aşıklar’’ Godard’ın biçimsel devrim arayışının da ilk ürünüdür. 60-65 yılları arasında sürekli üreten Godard bu seneler içersinde 25’e yakın film çeker. Hepsi de biçimsel olarak tabuları kırmaya çalışan bu filmlerde çok fazla politik bir duruş ya da bir arayış mevcut değildir. Fakat her anlamda sinemanın sanatsal sınırlarını zorlamaktadır. Resimde bir dönem empresyonistlerin ardından kübistlerin yaptıklarını, sinemada Godard’ın önderliğinde Yeni dalga özelinde bulabiliyorduk. Fakat hayatının her alanında devrim arayışında olan Godard için bu biçimsel devrim yeterli değildi. Çünkü dünya iyice kapitalizm ve emperyalizmin istediği doğrultuda bir hız ve sadece sermayenin yararına olan politikalar çevresinde ilerlemeye devam ediyor ve sanatın özellikle sinemanın bu farkındalığı yaratabilmek için önemli bir araç olduğunu düşünüyordu. Her şeyi uçlarda yapmayı ve yaşamayı seven Godard burada da bir gerilla gibi varolmaya karar vermişti. Çinli Kız ve Weekend filmleri bu dönemin bir başlangıcıydı. Ardından sürekli bu tarz filmler yapan Godard’ın bu döneminin ürünlerinden biridir British Sounds.
Kapitalizmin Doğduğu Ülke
Godard bu filmi kapitalizmin doğduğu ülke olan Britanya’da çekmeyi tercih etmiştir. 50 dakikalık bu film, bir araba üretim fabrikasında başlar. Fordizm’in bütün şeklini sürekli olarak yana doğru kayan kameranın da etkisi ile açık ve net bir şekilde görebiliyorduk. Burada Godard gerçek oyuncular ya da gerçek insanlardan kurmaca bir sahne üretmemişti. Çekilen insanlardan bazıları neden çekildiklerini bile bilmiyordu. Bunu zaman zaman kameraya bakmalarından ve hareketlerinden net bir şekilde anlayabiliyorduk. Bu görüntülerin üstüne binen ses ise bir yandan hem provakatif hem de deneysel bir üslupla takılıyordu. Bazen görüntüye göre konuşan ses bazen görüntünün tam tersi şeklinde konuşuyordu. Mekânın bütün seslerini birbiri içine koyarak ortamın rahatsızlığını iyice gözümüze sokan Godard, başlangıç itibari ile sorgulayan ama bir yandan kendince net bir cevabının olduğunu düşündüğü bir belgeselin içine çekiyordu bizi.
“Suya mahkûm olan varlık, sersemleşmiş bir varlıktır. Her dakika ölür, durmaksızın özünde bir şey yıkılır.”
Bachelard’ın bu sözü üzerinden Godard’ın imgelerine baktığımızda, özellikle filmin başının ardından karşımıza çıkan çıplak kadın ve evde gezinirken alttan gelen iki farklı ses, biri kadın sesi, biri ise devrimci bir erkeğin sesi, bu iki ses de kendilerince doğru şeyler söylese de ikisi de durumlara farklı yönlerden bakmaktadır. Sistemin dayattığı şeyleri aslında bu iki karakteri tartıştırılarak durumun özünü imajlarıyla ve seslerle çözmeye çalışıyor Godard.
1968 Kuşağı
Bu dönemde gençlerin arasına da dalan Godard, bir yandan doğal diyalogların içerisinden aslında o döneme ciddi anlamda ışık tutmaktadır. Genelde kendinden biçimsel bir şeyler katmaya çalışsa da içeriğe çok fazla karışmadan kendi tanıklıklarını anlatmaya çalışıyordur Godard aslında. Beatles’ın bir şarkısını kendi dertleri üzerinden anlatmaya gençler ve sürekli olarak biçimi değişen dış ses ile Godard sürekli olarak izleyen ve dinleyen insanların kafasına bir şeyler vurmaya, aslında bir nevi propaganda etkisini kullanmaya çalışıyor bu filmde.
Devrime Özlem
Godard’ın o dönemde anlatmaya çalıştığı şeylerin daha serti artık dünyamızın vazgeçilmez bir parçası. Bachelard’ın lafı, belki de bu zaman için daha uygun. Bu, o dönem daha fazla, daha sert bir şekilde anlatılabilse de artık sistem bu şansı bize bırakmıyor. 1970 yılındaki bu filmi izlediğimizde aklımızda sistemin hiçbir zaman daha iyiye gitmediği fikri iyice netleşiyor.