Şu anda bakmakta olduğunuz eser, Piet Mondrian’ın yaptığı Kırmızı, Sarı ve MaviliKompozisyon adlı tablosunun orijinal halidir. Orijinal çünkü günümüzde taklidi sıkça yapılmış bir eserdir. Fakat taklitlerin hiçbiri doğru ölçüyü yakalayamadığından size estetik hissiyatını veremez. Peki aslında Mondrian’ın seçmiş olduğumuz tablosu bize neler ifade etmektedir?
7 Mart 1872 de Amersfoort’ta doğan Piet Mondrian, erken dönemlerinde Kübizim’den etkilenerek oluşturduğu sanatını, doğayı ve nesneleri yatay ve dikey çizgiler evrenine geçirerek yansıtmıştır. Eserlerinde yaptığı soyutlaştırmayı “soyut sanat” olarak değil, kendi kurduğu bir akım olan Neo-Plastisizm olarak adlandırmıştır. Kübizm’den etkilenerek ortaya çıkardığı bu akımın farkı, sanatın doğa ve nesneyle olan biçimsel bağını koparmasıdır. Mondrian, Neo-Pastisizm’de en ilkel ve en öz arayışındadır. Bunun içindir ki sanatını üç temel renk (kırmızı, mavi ve sarı), üç temel değer (siyah, beyaz ve gri) ve iki temel yön (dikey ve yatay) çerçevesinde kısıtlamıştır. Çünkü ona göre tüm renkler ve tüm şekillerin en özü bunlardır.
Mondrian, şu sözlerle özetler sanat anlayışını: “Çizgileri ve farklı kombinasyonlardaki renkleri düz zemin üzerine yansıtarak, genel güzelliği en belirgin şekilde ifade etmek için kullanıyorum. Doğa bana ilham kaynağı oluyor, beni diğer ressamlarda olduğu gibi farklı bir duygusal pozisyona sokuyor ve bu bir şeyler üretmemi tetikliyor. Fakat ben hala varlıkların en basit ve gerçek haline ulaşmak istiyorum; ta ki onların özünü bulana kadar. Enine ve boyuna çizgilerin hesaplamayla olmayan, onun yerine farkındalık ile yaratılarak estetiğin en basit halinin uyumunu yansıtacağına inanıyorum ve bu uyum renkler eklenerek gerçek kadar güçlü bir sanat eseri haline getirilebilir.”
Başlığın Mondrian kısmını yazdıktan sonra esas meseleye gelmek istiyorum. Bir yerde, Mondrian hakkında şuna benzer bir şey okumuştum: “Bir Mondrian tablosuna baktıktan sonra sen de özü aramaya başlayacaksın Hatta, fark etmediğin anda bile, özü ararken bulacaksın kendini.” Evet, belki biraz klişe. Sürekli kendi özünü arama, gerçek sene ulaşma gibi konularla doz aşımı kitaplar ve diğerleriyle karşılaştıktan sonra… Evet. İnsan gerçekten algıladığı şeylerin özünü arayabiliyormuş. Bir görünüşten fazlası bu. Tüm nesnelerin renklerinden ve biçimlerinden öteye doğru bakmaya iten bir güç gibiymiş meğer bir Mondrian tablosu.
Aslında içgüdüsel olan özü bulmak, görsel algımızda ‘güzel’i aramaktır. Tabii bu, güzel ,“selvi boylu”dan farklı bir güzeldir. Bu güzel simetridir, yeri geldiğinde asimetridir, harmonidir, tekrardır, dik açılardır, sadeliktir. ‘Güzel’ olanı aramaya örnek göstermek gerekirse; ilk insan bile av için yaptığı sopanın başına takacağı keskin taşı simetrik yontmuştur (Bilimsel açıklamalara göre taşın simetrik olma gerekliliği yoktur, fakat şartlar doğrultusunda simetrik yontulmuş silah amaca daha uygundur). Bu durumda ‘güzel’liğin özünü aramak bir ihtiyaç mı oluyor? Hemen hayır demeyin. Gerçek ve sahte birer Mondrian’a bakın, o size cevabı verecektir.