HERKESİN korktuğu bir dağ varmış. Çünkü orada bir ejderha yaşarmış. O dağın eteklerinde tertemiz pınarlar, büyüyen çiçekler, yemyeşil otlar ve çilekler varmış. Ama insanlar ejderha yüzünden o dağın eteklerine gitmekten, arılar bal yapmaktan korkarmış. Tavuklarını kızartıp yemeyi seven bu insanlar ejderhanın da kendilerini kızartacağına inanırmış.
Sonra kral bir gün bir ilan yayınlamış. Her kim ki ejderhayı öldürür dağı geri alırsa onu kızıyla evlendirecekmiş. Kızı da dünyalar güzeli bir kızmış. Esmer, mavi gözlü, inci dişleri olan bir kız.
Şövalyeler kralın karşısına dizilmiş. Her biri kralın kızıyla evlenmek, hem büyük bir aşk yaşamak hem de çok zengin olmak istiyormuş.
Kral yaverlerine demiş ki, “Bunları deneyin, bakalım kim daha güçlüymüş.”
Gel zaman git zaman kralın dediği, istediği şövalyeyi bulmuşlar. Bu adam bütün testlerden geçmiş. Güçlü, akıllı ve bıçkın bir delikanlıymış. Saçları uzun, bıyıkları terliymiş. Kralın gözüne fazla genç gözükmüş ama ne de olsa kızıyla evlenecekmiş. Eli yüzü düzgün, güçlü bir erkek tam aradığı şeymiş. Kızına şövalyeyi nasıl bulduğunu sormamış bile. Kızı da zaten bütün aşamaları, deneme tahtalarını, testleri gizli gizli takip ediyormuş. O da bu gence göz koymuş.
Fazla iddialı ve tantanalı bir törenle şövalyeyi dağa yolcu etmişler. Kral bana o ejderhanın kellesini getir demiş. Ejderhanın kellesi bir adam boyuymuş. Bunu nasıl yapacağını şövalyeye sormamış. Şövalye de zaten kelle peşinde değilmiş. Bir şekilde onu hakladığını gösterecekmiş.
Dağın tepesi çok tepedeymiş. Şövalye zırhını kuşanmış yürümeye başlamış. Ama herkesten ayrıldıktan sonra bu şekilde dağa çıkmanın mümkün olmadığını anlamış. Bir taraftan da zırhını, silahını bırakırsa ejderhayı nasıl haklayacağını düşünüyormuş. Bir de prensesin mavi gözlerini. Çünkü ayrılmadan önce ona uzun uzun bakmış.
Bu arada dağ da hareketlenmiş. Ejderha ölümün yaklaşan kokusunu hissetmiş. Eski çağlardaki gibi zırhlı bir şövalyenin ona doğru harekete geçtiğini bilmiş.
Tavşanlar toprak altına.
Sincaplar ağaç kovuklarına.
Peki ağaçlar nereye?
Onlar ortada kalmışlar.
Kollarını göğe kaldırıp gelecek bir yardım için dua etmişler. Dağın huzuru bozulmasın, güzelim çiçekler, yemyeşil çimenler küle dönüşmesin, rüzgar essin ve onlar yine şarkı söylesin diye.
İki gün ve iki gece yolculuktan sonra şövalye ejderhanın kovuğuna iyice yaklaşmış. Ejderha da onu nasıl karşılayacağını düşünüp durmuş bu süre boyunca. Hemen yakıp kül etmeyi düşünmüyormuş onu. Merak ediyormuş bu adam kim diye. Yıllardır böyle yiğidi, cesuru çıkmamış karşısına. Biraz alıştırma yapmış yine de. Tesisatın, ateş toplarının çalışıp çalışmadığını kontrol etmiş. Birkaç ağacı kül edip toza dumana karıştırdıktan sonra oturup beklemeye başlamış. Aklına eski savaş taktiklerini getirmiş. Bilgece, yara almadan ve hasmını da fazla yormadan yapacağı hamleleri.
Şövalye yanık is kokularına yaklaştıkça o küçük kalbi pır pır atmaya heyecandan dili damağı kurumaya başlamış. Ve en tepeye çıkmadan önce bir kayanın üstüne çıkıp şehrine, halkına, ondan zafer haberleri bekleyen evlere bakmış. Ama birden aklında prensesin olmadığını anlamış. Onu nasıl unuttuğunu aklı almamış. Her şeyi onun için yaptığına göre bu hiç de anlaşılır bir şey değilmiş. Fakat hatırladıkça, o büyülü mavi gözlerini gözlerinin önüne getirdikçe bu işi bir an önce bitirmeli diye elinde kılıcı, kolunda kalkanı tekrar tepeye vurmuş kendini.
Ejderhanın homurtuları duyulmaya başlamış. Önünde büyük bir kaya duruyormuş şövalyenin. Yol neredeyse bitmiş. Ve bağırmış şövalye:
“Hey, ejderha!
Halkımın korkulu rüyası.
Dağımın baş belası.
Neredeysen çık karşıma.
Seni öldürmeye geldim.”
Tabii ki bu iddialı ve cesur sözler ejderhanın kulaklarına gidince yerinden kımıldamış ejderha. Buradayım anlamında kükremiş. Ve o kükreyince dağda bir sarsıntı olmuş. Şövalye korkmamış. Kalkanını ve kılıcını doğrultmuş, gel öyleyse diye bağırmış. Biraz daha ilerleyince ejderha da kayanın arkasından önüne çıkmış. Şövalye kendini yerlere atıp saklanacağına, silahlarını ejderhaya iyice doğrultup, “Kralımın emriyle senin kelleni almaya geldim,” demiş. Bunu der demez de kalkanını indirip tam olarak göremediği ejderhaya bakma cüretinde bulunmuş. Ejderha da onu çok merak ediyor, nasıl biri olduğunu, neye benzediğini görmek istiyormuş. Çünkü az buçuk şövalyeden, erkeklerden ve savaşçıların özelliklerinden anlıyormuş. Cesur, yürekli adamları severmiş.
Ejderhanın gözleri çok güzelmiş, şövalyenin dalgalı kumral saçları uzun, daha da güzel.
İki düşman birbirine hayranlıkla bakmaya, bugüne kadar hiç görmedikleri bir şeyi incelemeye koyulmuş. İkisinden de çıt çıkmamış. Gözbebekleri kocaman, ağızları kendiliğinden açılmış birbirlerini izlemeye devam etmişler.
Ejderha o kadar da kocaman değilmiş. Gözbebekleri kızıl ama çevresi gördüğü en güzel maviymiş. Kulakları küçükmüş, çenesi çok narinmiş ve arkaya doğru sanki bir tutam saç havada yüzüyormuş. Elleri de hiç büyük değilmiş ejderhanın. Neredeyse bir insan eliymiş. Bembeyaz, ışık gibiymiş. Kuyruğu sakin sakin sallanırken insanı mest edermiş. Bakışında, endamında insanı kendinden geçiren, sarhoş eden bir şey varmış.
Bu adam da çok gençmiş. Kasları da çok sertmiş. Beni öldürmek mi istiyor? Yapma desem kılıcını, kalkanını at desem dinler mi? Evine dön desem döner mi? Ya da bu dağ bizim ikimizin olur dinle desem dinler mi?
Bir yangın, dayanılmaz bir ateş sarmış iki düşmanı. Çelik ve kalkan yuvarlanmış aşağı. Bir ışık parlamış tepede. Ejderha ve şövalye bir çağı kapamış. Şehir umudunu yarınlara bırakmış.