İşte böyle oldu. Mutfaktaydı; ağır, siyah kiraz oyma masanın önünde. Oradaydı, her zamanki gibi rosto kesmeye hazırlanıyordu. Her iki elinde kasap bıçağı kadar büyük ve keskin, domuzların kanını akıtan bir bıçak tutuyordu.
İşte böyle başladı her şey. O rosto kesmeye hazırlanıyordu. Bense yemek odasında masayı kuruyordum. Yalnız olmamıza rağmen yemek odasında yiyorduk yemeğimizi. Çünkü o gün bizim yıldönümümüzdü; nişanımızın yıldönümü. Madem size her şeyi anlatma niyetindeyim, bu o zamanların mutluluğunu hatırlamak için birbirimize sunduğumuz öylesine özel bir öğlen yemeğiydi ki!
Bir mutluluk zamanı mı? Evet. Her şeyden sonra, evet. Usul usul ıslık çalıyordum. Takla attım. Aynada kendimi gülümserken gördüm, genç hissettim kendimi. Benden alevli bir İkaros, bir çılgın, bir kayıp, bir seher vaktinde soğuk kumsalın üstünde deniz yükselirken yarı ölü, çırılçıplak bulunan bir batık yaratan bu duygu, bu şaşırtıcı aşk; gökyüzünün, güneşin, sessizliğin, bu anın girmesine izin veren ondaki bu şahane boşluk, yaşam ve sonsuzluk arasında öylesine hafifti ki –bu ürkütücü aşk hâlâ kendinden bir şey bırakıyordu bende- Sevinç değil bu, duygu da değil elbette. Zaman bile değil. Aşk uzun sürmüyor, ertesi yok aşkın. Gençliğinde mutlu olan biliyor bu gerçeği. Aşk öldürüyor. Öldürüyor ya da ölüyor. Bizimki bizi öldüremedi. Çünkü çok korkaktık biz. Dilsiz bir can çekişmenin içinde korkunç bir yavaşlıkla o öldü. Biz onu takip ediyorduk.
Ayrıca hissediyordum; o anda, iki elimde birer kadeh tutarken bana bu aşktan bir şey kaldığından emindim. Bu belki de sonsuz bir şeydi. Kuşkusuz, bir kere böylesi yaşanmış saatlere sahip olmak bu diyorum kendi kendime ve eğer dünyada sonsuzluk eğilimine sahip olması gereken bir şey varsa, bu böyle bir aşk olmalıydı.
O sırada düşüncemdeki kavrayış allak bullak olmadan, tüm ruhumla ve cismimle beklediğim bir hareketi yaptı. Onu görmüyordum. Aramızda kapalı bir kapı vardı. Ellerinin kımıldayışını resmedebilirdim; tırnaklarının çeliğin üzerindeki gölgesini… Her iki eline büyük bir kasap bıçağı aldı; domuzların kanını akıtan bir bıçak… Bütün gücüyle, kolları masanın üstünde, sol eli kasılmış, bıçakları bilemeye devem ediyordu. Dişlerini ortaya çıkaran bir gülümseme beliriyordu dudaklarında. Gizemli bir şehvetin üstüne eğiliyordu göz kapakları.
Metal sesinin içindeki metal sesi, dayanılmaz müzik, kanlı bir salyanın üstündeki kocaman dişlerin gıcırtısı… Böbreklerin derinliğinden, tırnakların dibinden, saçların kökünden keskin bir ürperti yükseliyor; isyan eden bir ses, donan kan, lanetli bir çığlığın içinde karanlıklardan gelen bir uğultu… Ey şehvet! Durmayacak kadar yoğun, biraz sevinç, biraz kan, biraz ateş, bitmek bilmez orgazm, sonsuz ateş, sonsuz cehennem, ey ateş!’’
Ah ateş!
Ayaktaydım ve başım arkada son kasıntısının içinde asılmış biri gibiydim. Dudaklarımı bırakmayan bu son nefesti. Ama kristal bir hıçkırığın içinde gürültü kesildi ve buz tutmuş bir gölet gibi sessizlik kendi içine çekildi. Bu buzun içinde, göz kapaklarımı kaldırmadan, nişan resimlerimizi gördüm. Sözler, fotoğraflar ya da hafıza bozulmadan gerçek olması gereken tek resim bıçakların her bilenişinde bende, hatta sinirlerimde geri tepiyor. Köyde dolaşıyoruz. Salınarak giden yol tekerlek izlerinin içinde boğuluyor. Ölü yapraklar düşüyor oraya. Yırtık bir gökyüzündeki öteki ölü yapraklar çamurlu bir suya yansıyor. Yanımda yürüyor o; yol ikimize büyük gelecek kadar yakınız birbirimize. Ona baktığımda hafif bir alacakaranlığı, saçlarının arkasındaki yarı yaslı halini görüyorum. Biraz dalgın, kafası karışık ya da hiçbir şey düşünmeden cebinden küçük bir çakı çıkarıyor; kalın bir mumun alevi gibi fildişi kakmalı küçük bir çakı. Sonra aynı cebinden ağza sığacak kadar küçük bir nakış makası… Onları bilemeye koyuluyor. Ah! Yeryüzünü, yaşamı, bedeni iliğine kadar böyle parçalamak için yeterince cehennem feryadı yok!
Gürültü durmuştu. Ama hayır, bu yeterli değildi. Tekrar başladı. Kapıya doğru yürüdüm. Yakından bakıldığında bir delik gibi simsiyah bir kapı… Açsaydım arkada içeri girmeye hazır bir ölü duruyordu. Onun arkasıysa cehennemdi. Açmasaydım, cehennem hiç bitmeyecekti. Açtım. Soğuk bir nefes ensemde soluyordu. Bu gürültü! Bu gürültü! Yani bu aşktan kalan ne varsa oradaydı. Bu oydu! Masaya dayanmış, ayakta duruyordu. Arkadan görüyordum onu, biraz eğilmişti. Ona doğru yürüdüm. Ben de ayaktaydım; varlığımdan şüphelenmesin diye neredeyse onun arkasında duruyordum. Parmaklarının ucuyla bıçağın keskin olup olmadığını yoklarken elinden yakaladım onu ve şiddetle kalbine vurdum. Bileğini bıraktığımda eli bıçağın üstünde büzülü kaldı.
Büyük bir mutfak bıçağıydı. Nerdeyse bir kasap bıçağı… Domuzların kanını akıtan bir bıçak…
Fransızca aslından çeviren: Canan Domurcaklı