Nabokov: Şu Sevimsiz İhtiyar – Karaköy Mono

 

İnsan sevmez biri olarak nitelenirken, “zevk”, “mutluluk” ve “kendinden geçme” sözcüklerinin dilinden düşmemesi ilginçtir. İki nedenle yazdığını itiraf eder: Zevke, mutluluğa ulaşmak için ya da kendinden geçmek, bir de üzerinde çalıştığı kitaptan bir an önce kurtulmak için.

Nabokov elli altı yaşındayken son derece saçma skandallar eşliğinde basılan Lolita’ya kadar dünyaca ünlenmiş değilse de, her zaman yeteğine inanmıştır. Rahat konuşan biri olmamasını bağışlatmak için şöyle der: “Ben bir dâhi gibi düşünüyor, saygıdeğer bir yazar gibi yazıyor ve bir çocuk gibi konuşuyorum.”

Joyce, Kafka ya da Proust olsun, başkalarından etkilendiğinin söylenmesinden müthiş rahatsız olur. Aslına bakılacak olursa tüm yazarlardan nefret eder; Mann, Faulkner, Conrad, Lorca, Lawrence, Pound, Camus, Sartre, Balzac, Forster… Joyce’un Ulysess’ine hayrandır ama Finnegans Wake’i yerel edebiyat olarak niteler. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinin ilk yarısını ve Puşkin ile Shakespeare’i daha katlanılır bulur. Don Quijote’yi pek sevmemesine karşın roman onu heyecanlandırır. Her şeyden çok dört doktordan nefret eder: Doktor Freud, Doktor Jivago, Doktor Schweitzer ve El Doctor Castro de Cuba. En çok Freud’dan nefret eder ve cinler tepesindeyse ondan “Viyana ördeği” diye söz eder. Takıntıları ve nefret ettikleri bu kadarla kalmaz elbette: Caz, boğa güreşleri, ilkel ve folklorik maskeler, yemek müzikleri, havuzlar, kamyonlar, transistörlü radyolar, böcek ilaçları, yatlar, sirkler, holiganlar, gece kulüpleri, motorsiklet gürültüsü vs…

circa 1975: Portrait of Russian-born American writer Vladimir Nabokov (1899 – 1977) standing with a butterfly net outdoors in the hills of Switzerland. (Photo by Horst Tappe/Hulton Archive/Getty Images)

Soyacağının izini XIV. yüzyıla, Cengiz Han’ın akrabası sayılan, daha sonra Ruslaşan Tatar prensi Nabok Murza’ya kadar sürebilmekle övünür.

En büyük zevki, en büyük mutluluğu hep yalnızken yaşar ve sadece yalnızken kendinden geçer: Kelebek avlarken, satranç problemlerine kafa yorarken, Puşkin çevirirken, kitaplarını yazarken…

Yirmili ve otuzlu yıllarda Rus göçmenlerle dolup taşan Paris ve Berlin’e geçmeden önce, Nabokov ve kardeşi Sergey, üç yıl Cambridge’te okuduktan sonra bu üniversiteden mezun olurlar. Bu dönemden aklında kalan en sevimli şey futboldur, her zaman bu sporu sevmiş ve sadece ülkesinde değil, Cambridge’de de kaleci olarak başarı kazanmıştır. Söylediğine göre gol yemez bir kalecidir.

Her zaman ABD vatandaşı olarak kalmış olan Nabokov, kitabının ülkesinde okunmayacağını bile bile, Lolita’yı Rusçaya çevirir.

Onun için her şey bir oyun, hünerdir ve “yalın ve samimi” sanatı övenlere ya da sanatın iyiliğinin yalınlığına ve samimiyetine bağlı olduğunu düşünenlere sinir olur. Ona göre, nitelikli sanat ve saf bilim için ayrıntı her şeydir.