Yıllardır birbirlerini görmeyen üç kardeşin geçmişlerini arama yolculuğu
Birey olarak hayatta pek çok acıya ve üzüntüye maruz kalırız. Ama bunların arasında belki de en önemlisi ailenin yok oluşudur. Ailenin yıkımı demek, yoluna sağlıklı bir şekilde devam etmesi gereken bireylerin boşluğa doğru kaymaları demektir. Bu yokluğu sevgilinle, arkadaşlarınla, belki diğer akrabalarınla doldurabilirsin. Peki, ya anne babanın yerini dolduracak ve hayata tutunmanı sağlayacak şey nedir? İşte Kelebekler filmi tam da bu noktadan yola çıkan; aile olmayı biraz tadabilmiş ama onu yok etmiş iki kardeşle; aile olmayı hiç bilmeyen nasıl yok edileceğine de karar veremeyen diğer kardeşin aslında kendi dünyalarına doğru çıktıkları bir yol filmi.
30 yıl sonra babalarının çağırması üzerine kovuldukları evlerine gitmek için yola çıkan üç kardeşin hikayesini anlatan Kelebekler filmi, bizleri toplumsal ve bireysel olarak bir yolculuğa çıkarıyor. Kimlik arayışlarımızdaki bu kaygan normların üzerinde, hayatların nasıl şekillendiğini ve toplumdaki yerimizi nasıl konumlandırdığımızı ya da konumlanmaya çalışırken nasıl da kaybolduğumuzun resmini çiziyor.
Kelebekler, 2018 Sundance Dünya Sineması Büyük Jüri Ödülü sahibi
Almanya’da astronot olan, ama bir türlü uzaya çıkamayan Cemal (Tolga Tekin), hayvanlara dublaj yaparak para kazanmaya çalışan Kenan (Bartu Küçükçağlayan), anaokulu öğretmeni ve evliliğini artık bitirmek üzere olan Suzan’ın (Tuğçe Altuğ) trajik hikayesi. Bu üç kardeş ne kadar dirense de içlerindeki tüm hiçliği yok etmeye çalışarak, babalarının çağrısına kulak verip Hasanlar köyüne; geçmişlerine, boşluklarına, kaybedişlerine, tekrar canlanmalarına doğru gidiyorlar. Peki, bir kez kırılan bir bardak, bir daha yapıştırılabilir mi?
Tolga Karaçelik’in 3. Uzun metraj filmi olan Kelebekler, Sundance Dünya Sineması Büyük Jüri Ödülü’nün sahibi oldu. Türkiye’den destek fonu almadan yapılan bir film Amerika’nın önemli ödüllerinden birine sahip oldu. Öncelikle ülkemiz adına bunun önemi ‘tam da şu anda’ sanat adına bir şeyler yapmak isteyen insanlar için ümit verir nitelikte.
Heidegger: “Varlık, her zaman bir varolanın varlık’ıdır.”
Film, bedenine kelebeklerin gömülü olduğu bir adamın masalı ile başlıyor; adam öldüğünde tüm kelebekler özgürlüğüne kavuşuyor. Peki, bir kelebeğin ömrü ne kadar? Özgürlüğümüz aslında ölümde mi gizlidir? Ya da ölmek demek var olmak mı, yoksa yok olmak mı demektir? Annelerinin kızına anlattığı bu masal filmin leightmotifidir. Ölüm, yaşam, masal, fantastik, toplum, din, aile, birey olmak, var olmak, yok etmek üzerine absürt bir dünya kurar bize Tolga Karaçelik. Ama absürt olmasına özellikle dikkat çekmek istiyorum. Çünkü filmin senaryosunda pek çok alt metin barındırmasından dolayıdır ki, yer yer bu önemli tüm kavramlar bazen anlatılan dünyanın yüzeyinde gezmekte; aynı zamanda da absürt-drama diye adlandırabileceğimiz, ama kara komedi diyemeyeceğimiz bir zeminde bize sunulmaktadır.
Hayatta bizi korkutan şeylerden en büyüğü belki de ölüm korkusudur. Özellikle anne ve babanın ölümü bir çocuk için hayata çok gerilerden başlamak demektir. Sosyolojik ve psikolojik açıdan anne ve babanın sevgisi ve ilgisi aslında bir çocuğun büyümesi için gerekli olan besinlerin tümüdür. Peki, anne ve babasız büyüyen çocuklar hayatta nasıl var olacaklardır? Annelerinin intiharından sonra babaları üç kardeşi evden yollamış ve bir daha da onlarla iletişim kurmamıştır. Bu durum üç kardeşin hayatta başarısız olmalarına neden olmuş, belki de kendilerini suçlamalarına; hayatta anlam karmaşası içinde içsel olarak yok olmalarına neden olmuştur. Varoluşçu psikoterapistlerden Victor E. Frankl; ‘Eğer yaşamda gerçekten bir anlam varsa, acıda da bir anlam olmalıdır.’ Acı, yaşamın kader ve ölüm kadar, silinmez bir parçasıdır” der.
Suzan “Benim bazı sorunlarım var!”
Karakterlerin motivasyonlarının en güçlü temeli tam da bu noktada yatmaktadır. Fakat filmi izlerken yer yer bu noktadan kayıldığına şahit olmaktayız. Suzan’ın onu aldatan ve tamamen bir işkolik olan kocasından ayrılmak istemesi, belki de hayatta yapabildiği en önemli şeylerden birisidir. Yine güçlü bir motivasyonla devam eden karakterimiz, köylerine giderken yemek için durdukları bir meyhanede, sarhoşluğundan dolayı oradaki adamlara saldırır ve beraber dayak yedikten sonra yıllardır birbirlerini tanımayan kardeşlerin birdenbire bir bağ hissetmeleri bize o tatminkârlığı tam olarak hissettirmemektedir. Tuğçe Altuğ’un kendine has doğal oyunculuğu özellikle dram sahnelerinde bizi içine alsa da meyhanedeki sarhoş ve sondaki en vurucu sahnede kardeşlerine isyan ederken attığı tiradla yakaladığı doğallığı kaybetmesine neden oluyor. Ama filmin kilit noktalarından olan Suzan, iki kardeş arasında köprü niteliğindedir. Hiç tanımadığı annesinin, anne yokluğunun boşluklarını öğrencileriyle kapatmak istemiş, belki de bu nedenle kendinden farklı olan bir adamla aile kurmaya çabalamıştır. Hayatta yaşadığı durumlar aslında jenga oyunu gibidir. Gel gör ki, evine döndükten sonra oyunun tüm tahtaları çatırdamaya başlar ve her şey temelden yıkılır. Aynı kelebeklerin bütün köyü bir günde kaplayıp, ardından öldükleri gibi. Güçlü bir alt metne sahip bir karakterden beklentiler de bu nedenle yüksek oluyor.
Kenan ve Cemal’in hem ikili ilişkilerinde hem de hayatlarında çözemedikleri, hep sakladıkları psikolojik ve sosyolojik problemleri vardır. Kardeşler birbirlerine yabancıdır; evlerine yabancıdır, ailelerine yabancıdır. Babalarının çağırmasıyla beraber her ne kadar içlerinde bir umut yeşerse de köye vardıklarında babanın ölümü gerçekleşir. Otorite küllerinden doğamadan tekrar toprağa gömülür. Köydeki durumlarda bundan farklı değildir. Aslında filmin genel havasında bir otorite boşluğundan bahsedilmektedir. Barut yiyen tavukların Kenan köye gelir gelmez suratında patlaması, tavukları iyileştirmek için veterinerin köye gelmeyişi, imamın rasyonolist ve determinist bir yerden dine yaklaşması –ki en iyi karakterlerden biri- yağmur yağmaması gibi problemler; babanın yani olması gereken düzenin ölümü ile bağlantılı. Kenan’ın yüzünde o kan ile uzun süre dolaşması, evdeki hiçbir şeyi tamir edememesi aslında kendilerine hem ait hem de yabancı olan ‘evlerinde’ bir yabancı olmasından kaynaklıdır. O kanın temizlenmemesi sanki annesinin ölümünü yeniden yaşatır, bu suçluluk duygusundan artık korktuğu şeyin üzerine giderek kurtulması gerektiğini ona hatırlatır. Kenan duygularının arasında, unutmak istedikleri ile unutamadıklarında; gitmekle kalmak arasında sıkışmıştır. Fakat gitme-kalma olgusunun çok fazla tekrarlanması yine bir fazlalık olarak karşımıza çıkıyor. Bartu Küçükçağlayan’ın oyunculuğu filmi seyrederken bize tat verse de yer yer fazla teatral bir oyunculuk sergilemesi biraz karakterin havasını bozuyor. Cemal’i oynayan Tolga Tekin’in doğal oyunculuğu da yer yer fazla durağan kaçıyor.
“Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan astronottan daha tehlikeli bir şey yoktur.”
Filmin afişinde gördüğümüz “Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan astronattan daha tehlikeli bir şey yoktur” mottosu, filmde güçlü bir karakter olarak Cemal’e odaklanmamızı sağlasa da Cemal, diğerlerinin yanında daha pasif kalıyor. Karaçelik’in tersinleme yapmak amacıyla koyduğu bu demeç, astronot olmak isteyen ama uzaya daha çıkamayan Cemal’in belki de kendinden, hatta bu dünyanın saçmalığından kaçmak istemesi ile imamın dünyaya rasyonel bir yerden bakması ile aynı noktada. Fakat filmde çok fazla normlardan bahsediyor olunması, yer yer her biri kendi içinde önemli olan bu kavramların yüzeysel geçilmesine sebep oluyor. Filmde pek çok konuya değiniyoruz, ama bu seferde varlıklarını yeniden keşfetmeye çabalayan kardeşlerin hikayesinden ayrılıyoruz. Bunlardan bahsederken –özellikle ikinci yarıda filmde bir durağanlık baş gösteriyor. İlk yarıda eğlenceli ve akıcı giden film, ikinci yarıda aynı tempoyu yakalayamıyor. Tam da o noktada Cemal’in, babasının çağrısını bir hafta boyunca kardeşlerine söylemediğini öğreniyoruz. Bu bir kırılma noktası yaratsa da yeterli olmuyor.
Borde ve Chaumeton’a göre Aristotales’in bahsettiği klasik anlatı yapısındaki, kadın ya da erkek kahraman karakterler bu filmlerde bulunmaz. Kara filmin ana amacı izleyenler üzerinde yabancılaştırma yapabilmektir. Absürt bir komedi düzleminde olan filmde, ağırlıklı olarak bir dram havası mevcut. Aslında güldürürken, birden duygusallaştırmayı tercih eden Karaçelik, biraz da olsa drama kaydığı için yer yer izleyicide fazlalık duygusuna sebep oluyor. Yine de bu sebepten dolayı filmin türüne kara mizah dememiz doğru bir yaklaşım gibi durmuyor. Andre Breton der ki: “Kara mizah duygusallığın ölümcül düşmanıdır.” Kara mizah izleyiciyi şaşırtmak ister, zihnini karıştırmak ve yolunu kaybetmesini ister. Biz aslında kara mizah izlerken, anti kahramanların yolculuğuna şahit oluruz.
“Masalsı, absürt, hem de ağlatan bir film…”
Ama ana karakterlerimizin hepsi protogonist bir konumdadır. Film gerçeküstü ve varoluşsal yaklaşımlarından dolayı kara mizaha yakınlaşsa da daha çok absürt film türüne girmektedir. Aynı zamanda ölümü ana başlığa almamız demek, her filmi kara mizah türüne koymaz. Fakat Tolga Karaçelik bu temayı filmi izlerken/okurken başka bir taraftan düşünmemize sebep oluyor.
Irvin D. Yalom: “Yaşamayı anlamsız bulduğunu düşünen bir kişinin yaşamak ile anlamlandıramadığı varlığını, ölümü ile anlamlandırma çabası bireyi intihara yöneltmektedir.”
İntiharın pek çok sebebi vardır. Genel olarak öncelikle bunu toplumda ararız. Hasanlar Köyü’ndeki her bir bireyde aslında üstlerinden atamadıkları bir atalet duygusunun olduğunu görürüz. Sıkışmışlardır. Tüm tuhaflıklara rağmen orada yaşamaktadırlar. Belki de varlıklarını bu tuhaf yerde tamamlamaktadırlar. Bir adım atsalar belki de yok olacaklardır. Yaşadığımız ülkede bilimsel ve akılcı yaklaşan bir imam ne kadar o köyde barınabilir? Fakat köy halkı aslında onu da içselleştirmiştir. İmam da her şeye rağmen köyden ayrılamamaktadır. Belki de intiharlarıdır bu. Kelebeklerle beraber gelen, içlerinde hep var olmanın dayanılmaz ağırlığı içinde saklı yaşamaktadırlar.
Filmin sonunda gelen kelebekler, yaşamın yitirildiği duygusunun çıktığı anda tekrar doğmak için belki de intihar ederler. Babalarının mezarlarının başında kavga eden kardeşler de tam o noktada birbirlerine karşı, hayata karşı her bir noktayı içindekileri coştururlar; kusarlar, intihar ederler. Ve ertesi gün babalarının vasiyeti için hiçbir şey olmamış gibi yola koyulurlar. Yine birlikte hareket ederler. Kelebekler gibi… Fakat kör çobanın yanına gittiklerinde bambaşka, ‘şaka gibi’ bir şeyle karşılaşırlar. Bu kadar duygusallığın üzerine gelen bu son, nefes almamızı sağlasa da çok tatmin etmiyor. Filmin sonunu da pek çok açıdan okuyabiliriz, ama izlemeyenler için o konuya girmenin çok doğru olduğunu düşünmüyorum.
Kelebekler masalsı, absürt, pek çok kavrama değinen sorgulayan, güldüren, ağlatan bir film. Belki de bir kelebek uzaktan hafif görünürken, bin kelebeğin ağırlığı altında nasıl eziliriz, bize onu anlatıyor.