‘’Derimiz ne renk olursa olsun, hangi dili konuşursak konuşalım hepimiz aynı katmerli toprağın farklı çamurlarından değil miyiz?’’
Latin Amerika’nın sözcüsü olmayı kendisine görev edinmiş cesur bir ruhtu Eduardo Galeano. Hayatı boyunca yazdıklarının hemen hemen hepsinde; başkaldırı, çaresizliğin pençesinde yürek parçalayan acı olduğu gibi, dostluk ve kardeşlikte yer aldı. Gazetecilik mesleğinin getirisi sayılabilecek, gerçeği sert bir tokat gibi gözler önüne serme eylemini, hiç kuşkusuz anlatmak istediklerini kaleme alırken büyük bir titizlikle kullandı. Röportajının birinde, “Ben okumayanlar için yazıyorum, ezilmişler için, yüzyıllardır tarihe geçebilmek umuduyla kuyrukta bekleyenler, kitap okuyamayanlar ve kitap alacak parası olmayanlar için,” diyen Galeano’dan; “dünyanın vicdanı” olarak bahseden John Berger, bu sözlerin ışığında hiç şüphesiz haklılığını kanıtlamıştır.
‘’Bugünkü dünya iki ateş arasında kalmış kör bir insan gibi.’’
İçinde yaşadığımız postmodern çağın çarpık düzeninde maruz kaldığımız, hipnoz görevi gören kitlesel araçlardan şöyle bahseder Galeano: “TV, boşluğa, kurulu düzeni tekrarlayan imgeler ve yankısı olan sesler boşaltır; yeryüzünde bunların ulaşamadığı tek bir nokta yoktur. Tüm gezegen Dallas’ın kocaman bir banliyösüdür. Bizler ithal mal duyguları, sosis konservesiymişçesine tüketirken, hayatı oluşturmak yerine izlemek üzere yetişen küçük televizyon çocukları omuz silkip geçiyorlar.’’
Modernlik başlığı altında saklanmış olan düzenbazlığın maskesini defalarca düşürerek, emperyalizmi ‘’kral çıplak’’ olarak tanımlamıştır, Eduardo Galeano. Gerçekle uzaktan yakından ilgilenmeyerek, birbirimizi ayrıştırmaktan güç alıp, kendimizi bir diğerinin düşüncesinin gölgesinde rahata ulaştırmayı hedeflediğimiz için hayalini kurduğumuz saadete kavuşamadığımızı satırlarında sıkça dile getirmiştir.
Farklı olan her şeyin tehdit unsuru olarak görüldüğü, hepimizin ambalaj kültürüyle sürgün yaşamaya mahkum edildiği şu günlerde; dünyanın bu trajikomik durumunun yönetimine hakim ülkeler ‘’liderlik ve para’’ üzerine konuşmaya devam edip, ‘’dostluğu’’ bir köşeye iteledikçe bu korkunç paradigmaya maruz kalmayı sürdüreceğimizi söyler, Galeano. Tarihte yaşanmış ve ders alınması gereken olayların körlüğünü yaşayan hafızalara tepki olarak yazan Eduardo Galeano, bu huyundan ‘’hatırlatma takıntısı olan biriyim’’ diye söz eder.
‘’Kalmak istemeyen kelimelerin toplandığı bir yer olabilir mi? Bir kayıp kelimeler krallığı? Senden kaçan kelimeler seni nerede bekler? Yuttuğum kelimeler şişmanlatsaydı eğer dünyaya sığmazdım.’’
İnsan mutluluklarını ve felaketlerini yüreğinde duymasıyla birlikte; ırkçılık, emperyalizm ve kültürler arası geçişleri göz önünde bulundurarak; değinilmeyen konu, ulaşılmayan coğrafya bırakmayan Eduardo Galeano, minimalist yazım stili ile anlatılması en zor olan durumları bile, eylemin özüne inerek yalın bir şekilde anlatmayı başarmıştır.
Yeryüzündeki tüm ezilenler için yazan Eduardo, kadınlardan ise şöyle söz eder; ‘’Kadınların içindeki tanrıçalar açığa çıkarsa dünya bambaşka bir yer olur zira; evlat kaybetmenin acısını bilen kadınlar savaşa karşı durur, az bir malzemeden yemek yaratan kadınlar doğanın ve bereketin değerini bilir, sanatlarını icra edebilmek için çabalayan kadınlar yaratmanın kudretine saygı duyar, üreten ve var eden kadınlar emeğin kıymetini çocuklarına da öğretir. Bu kadınların büyüttüğü çocuklar da barışın, doğanın, emeğin ve yaratıcılığın dayanışmadan geldiğini bilir.’’
Yalınlığının yanı sıra, hakikati de tüm çarpıcı haliyle sonuna kadar yansıtan eserleri, çok geçmeden Güney Amerika’da diktatörlükle yönetilen ülkelerde yasaklanmıştır. Aklını ve yüreğini halkına adayıp, kalem oynatmaktan vazgeçmeyen meslektaşı Nazım Hikmet gibi, Galeano’da sürgün edilmiştir. Eduardo, sürgünde ölen Nazım için, ‘’Günlerin Çocukları’’ adlı kitabında yer verir ve şöyle bahseder: “Türkiye, 2009 yılında Nâzım Hikmet’in reddedilen vatandaşlık hakkını iade etti. Ülkenin en sevilen, en nefret edilen şairinin Türkiyeli olduğu sonunda resmen kabul edildi. Kendisinin bu iyi haberden haberi olmadı, yarım yüzyıl önce hayatının büyük kısmını geçirdiği sürgünde ölmüştü. Ülkesi onu bekliyordu ama kitapları yasaktı, kendisi de tabii…”
Bu durum yüzyıllar boyu ne yazık ki hep böyle süregelmiştir. Etrafında olup bitenleri sorgulayıp irdelemeden kabul etmeyen, düşüncelerini korkusuzca dile getirmekten çekinmeyen insanlar her zaman susturulma tehdidi ile baş başa bırakılmıştır. Oysaki;
‘’Bütün savaşlar, kendilerinin yerine ölüme başkalarını gönderen, savaşmaktan aşırı korkan ödlek hırsızlar arasında yapılır.’’