Avrupa kasabalarının tenhalığı ve sessizliği oradan geçenler için büyüleyicidir. Yabancı bir güzellikle efsunlanan kişi yol kenarlarındaki küçük kule pencerelerine vuran belik belik olmuş güneş ışınlarını Rapunzel’in örgülü saçları sanır; kıvrımlı orman yolunda önüne çıkan, pencere pervazları kahverengi şirin bir evin karşısında çikolatalı pasta görmüş gibi ağzı sulanır; oyuncakçı dükkânlarının yanından geçerken Gepetto Amca ve Pinokyo’ya selam verircesine hafifçe gülümser. Ne var ki buralarda konargöçerlik yerini yerleşik yaşama bıraktı mı insan kendini gece saat 12’yi vurduğunda faytonu balkabağına dönüşen bir külkedisi gibi hisseder.
Burası da Avrupa’nın bildiğim bütün kasabaları gibi o kadar sessiz ve kimsesizdi ki insan yolda hasbelkader biriyle karşılaşınca onun ağzından çıkan sıradan bir bonjour, hele de küçük bir tebessümle karışıksa, dünyanın en kıymetli taşından yapılmış bir küpe olup insanın kulaklarına takılır, şıngırtısıyla bir süre eylerdi yolda olanı. Önünden geçtiğim evlerin yalnızlığı, bakımlı bahçelerindeki küçük çam ağaçlarının, kapılarının iki yanını süsleyen lavanta çiçeklerinin güzelliğini öyle bir örterdi ki o kasvetli örtüyü bir parça aralayabilmek için Ankara’da yolları çamurlu bir gecekondu mahallesinde pirincin zamlandığını, hava sıcaklığının arttığını, komşu kızının nişanlandığını konuşan kadınların kapı önü sohbetlerine canımı atardım. Yaa, benimki de geç gelecekmiş bu akşam, der demez bu cümle bahçede çalı çırpı ateşiyle kaynatılan gül reçelinin kokusuna karışır, o pembe koku bir Sivas türküsünün kanadına takılır, bu yapayalnız evlerin önüne gelip konardı. İşte o zaman bu evler de görünmezdi artık. Bu yüzden de burada yalnızlık kâh yaprakları meyvelerinin arkasına saklanmış bir elma ağacı, kâh hiçbir zaman açılmayacak mektup zarfları gibi gölün yüzünde biriken kuş sürüleri, kâh ekmek almaya giden yaşlıların fırın önlerinde kim olduğunun önemi olmayan herhangi biriyle yaptıkları üç beş dakikalık konuşma olarak çıkardı insanın karşısına; sustukça büyür, konuştukça derinleşirdi.
Sonra orman taşardı; Ağaca benzeyen yemyeşil köpükleri yumak yumak saçılırdı kasabanın her bir yanına. Kalabalıklaşırdı burası. Ben de kalabalığa karışmak için ormanda yürüyüşe çıkardım.
Kanalın oralarda şöyle kısa bir gezinti yapayım diyen insan, köprünün dört bir tarafından her birinin nereye gittiğini bilmediği dört orman yolunu görünce bir zaman yolun kenarında durup düşünür. Hangi yolun ardına düşse başka bir zamana açılacağını bilir de bu zamanın şeklini şimalini bilemez. Bundandır ki ilk gezintilerde insan bir zamanın, bir düşün peşine düşmez; gözüne ilk kestirdiği bir ağacın, bir kayığın, dümdüz uzayan ya da hafif kıvrım yapan bir yolun peşine düşer. Hal böyle olunca, yola her çıkanın karşılaşacağı zamanın ilk cümlesi görüp de peşine düştüğü ne ise onunla başlar.
Betton’dan Saint Grégoire’a giden orman yoluna yönümü çevirdiğimde nehrin kenarındaki bankta yalnız başına oturan bir adam vardı. Ağaçlar uzun ve derin bir konuya sade bir iki cümleyle giriş yapar gibi tek tük görünüyorlardı köprünün ayağında. Adamın oturduğu bank ağaçların birbirine dokunmaya başladığı yerde duruyordu. Gözlerini gölün yüzüne konup kalkan kuş sürüsünden ayırmadığına bakılırsa bu bankı oraya onun alıp getirdiği söylenebilirdi ama bankın ayakları toprağa gömülüydü. Bir ara bu yürüyüşten vazgeçip onunla birlikte ben de kuşları bakayım diye düşündüm. Hatta birkaç dakika yürüyüşe ara verip adamın biraz ötesinde öylece durdum. Gölü izleyeyim derken her seferinde adamın bakışlarına takılıyordu gözlerim. Ne giymişti, saçı başı nasıldı, göremiyordum. Sanki gördüğü ne ise ona hiçbir şey katmıyordu kendinden. Bakmıyordu da ölü bir dilde yazılmış bir taş tableti okuyordu belki de; böylece eğri büğrü, irili ufaklı bir sürü motif biriktiriyordu içinde. Orada küçük bir çizgi, belli belirsiz bir yuvarlak bulabilmek için kirpiklerimi aşağı yukarı indirip kaldırarak bakışlarını gitgide derinleştiriyordum kendi gözlerimin içinde. Neden sonra, aradığım ama ne olduğunu henüz bilmediğim bir şeyin ucunu hissedince, ha işte buldum diyerek tam sevinç çığlıkları atacakken o tümseğin içinden bir kuş sürüsü havalanıp karşıdaki gölün yüzüne kondu. Belli ki bu adam gölün yüzüne bu kuşları kondurmak için oturmuştu buraya ve o kalkıp giderse ortada ne göl kalacaktı ne de kuşlar… Bu düşünceyi beynimin kıvrımlarında yeni yeşeren yabani bir ot gibi koparıp atabilmek için yürümeye devam ettim hemen.
Orman yolunun üstüne temmuz ağustos ayında sayısız erik ağacının dallarından taşan sapsarı kıpkırmızı meyveler dökülürdü. Artık insan nereye gideceğini unutup bu eriklerin kılavuzluğuna bırakırdı kendini. Onları ayağıyla incitmemenin çabası içinde bir süre sonra tuhaf bir sarhoşluk haline kapılır, dünyanın en tatlı yerinde bu kalabalık yürüyüşü sonlandıracağına inanırdı. Yol uzadıkça başlangıçtaki arılar, kelebekler kaybolur, eriklerin yolun üstündeki parlak çehresi solardı. Çehresi solan erikler üçer beşer, birer ikişer terk ederlerdi bu ince patika yolu. Yol bir yanında gölün kenarını çevreleyen geniş sazlıklara, öteki yanında üstüne gölge olan sıralı fındık ağaçlarına rağmen o kadar yalnızlaşırdı ki birden, yola çıkan artık bundan sonra hiçbir erik ağacına rastlayamayacağını anlardı.
Erik ağaçlarının artık bir anı olarak anlatılacağı yerde yol kıvrımlanıyordu. Güneşin şalı heybetli omuzlarından yavaş yavaş kayıp düşerken, böğürtlen çalıları bordo boncuklarla süslenmiş yeşil, çan bir etek gibi meşe ağaçlarının dizlerini örtüyordu ağustosun son günlerinde. Nezahat Bayram ne güzel söylerdi o türküyü: Meşeler gövermiş varsın göversin. Bu ilk mısranın arasında dolaşırken türkünün içinden çıkan biri yabancı bir yerde yolunu kaybetmiş küçük bir çocukmuşum gibi elimden tutup beni İncirli’deki bağa götürdü. Palamut topluyorduk ağustos sıcağının altında. Bağın üst başındaki gül kurusu pembesi evin gölgesi düşüyordu topladığımız palamutların üstüne. Yeni evli bir çiftin oturduğunu söylüyorlardı o evde. Palamutları orada bırakıp hoş geldin’e gelecek komşular için sade bir kek koyuyorum fırına alelacele. Sigara böreği sarıyorum çokça. Şömen tablanın üzerine çay bardaklarıyla şekerliği, küçük kâselerin içinde kaynanamın gönderdiği böğürtlen ve erik reçelini getiriyorum. Telaşlanıyorum her şey yerli yerinde olsun diye. Ne kadar mutluyum böyle ben! Eli elime değince şu bağdaki bütün ağaçlar içime taşınıyor; bir kuş sürüsü kayboluyor şeker pembesi badem çiçeklerinin içinde. Sonra daha hiç kullanmadığımız Kütahya porselenlerinin, rahibe işi kırlentlerin üstündeki lalelere, sümbüllere konuyor bu kuşlar. Yeter artık topladığınız palamut, hadi gel eve gidiyoruz, diyordu annem.
Gölün kenarında duran adam avucumdaki palamutları görünce, “ceux qui sont ici ne se mangent pas” dedi. Öyleyse, yenilenler nerede, diye soracaktım ki, bonne journée, diyerek geçip gitti. Adam geçip gittikten sonra sanki kurduğu cümleye takılarak önümde durduğunu sandığım gün de geçip gitti. Birden göçmen kuşların son kez toplaştığı bir buluşma yerine dönüştü orman.
Tahta köprüye yaklaşmıştım.
Elma ağaçları bu küçük tahta köprünün bittiği yerde uzun bir tünel olup kucaklaşırlar. Elmaların yanakları, dallarından taşan hafif tüylü yaprakları dokunur birbirine. İşte o vakit mayhoş, hafif tatlı bir koku tel tel açılıp ağaçların dallarından aşağı sarkar. Günün belli saatlerinde bu kokunun dört bir yanına bir kuş sürüsü gelip konar. O saatlerde oradan bir kadın geçer. Ağaçların altında durur bir zaman. Uzaklara bakar. Sanki gülkurusu bir anıyı düzeltip koymaya çalışır eski yerine.
Aynı yoldan geri döndüm. Eski bir Anadolu masalının kenarında sönmüş bir kandil gibi duruyordu orman. Kuşlar geçip gidiyordu elma ağaçlarının üstünden.