Dünya hepimizi kendi yeraltımıza çekilmek mecburiyetinde bıraktı. Koşuşturmaların sonunu getirdi, gürültüyü bastırdı. Ve kendi derinliğimize ulaşmamız için bize bir fırsat sundu. Maskeler düştü ve tüm şartlar eşitlendi. Gerçek dünyaya, maneviyat dünyasına dönüş başladı.
Modern hayatın getirdiği, kendi gerçekliklerimizden hızla uzaklaştığımız bir dönemin içinde yer alıyoruz. Bu durumun sonucu olarak, post-modern zamanda anlamı yitiren birey, yaşamını da anlamsız bularak hem kendi varlığına hem de içinde bulunduğu çevreye karşı yabancılık çekmektedir. Benjamin Walter’e göre metaların kitlesel üretimi ve insan ilişkilerinin şeyleşmesi modern dönemin özelliklerindendir; buna teknolojik değişim neden olmaktadır, sonuçta geleneğe dayanan yaşam tarzı yok olur ve imgeler metalaşır.
Bu duruma karşı ağlarını ören kişiler kendi kabuklarına çekilerek, içsel izolasyon serüvenine adım atabilirler. Kabuğuna çekilme girişiminde bulunan kişilerin kaçındıkları tavırların, düşünsel yanı hakkında, Dostoyevski’nin anti kahramanı Yeraltı İnsanı, bu durumu şu şekilde özetler: ‘’Sözün gelişi, sana maymundan geldiğimizi kanıtlamışlarsa, bu gerçeği yüzünü buruşturmadan kabul edeceksin. Gövdendeki tek bir yağ damlasının senin için yüz binlerce hemcinsininkinden değerli olması gerektiği; erdem, sorumluluk, safsata, boş inanç denen şeylerin hep bu sonuca göre çözümlendiği kanıtlanırsa yine olduğu gibi kabul edeceksin, çünkü matematiğin ‘iki kere iki dört eder’ kesin sonucu vardır bunlarda. Hele bir karşı durmaya kalkın; ‘Aman efendim, nasıl karşı çıkarsınız? Bu, iki kere ikinin dört etmesi kadar açıktır! Doğa size danışmaz, onun sizin isteklerinizle, yasalarının hoşunuza gidip gitmediğiyle işi yoktur. Doğayı olduğu gibi, bütün sonuçlarıyla kabul etmek zorundasınız. Duvar duvardır vb. vb.’ diye bağırırlar. Aman tanrım, herhangi bir sebepten ötürü doğa yasaları ile iki kere ikinin dört ettiği hoşuma gitmiyorsa, bana ne bu yasalardan, bana ne aritmetikten? Duvarı delmeye gücüm yetmiyorsa, ‘ille deleceğim’ diye yırtınmam elbette; ama önümde yıkmaya gücümün yetmediği bir taş duvar bulunmasına da razı olamam.’’
Para bir araç, içinde bulunduğumuz ve bize lanse edilen lüks yaşam sadece gelip geçicilikten ibaret bir an’dır. Hayatın içindeki çekirdek kısmın bu kadar yüzeysel anlam taşımadığı aşikardır. Yeraltı insanı da bunu savunur ve der ki; eğer hayatımızda bir sarayın yerinde bir kümes olsaydı ve yağmur yağsaydı, başımızı kümese ya da saraya sokmamızın çok bir anlam ifade etmiyor olması gerekirdi. Tabii eğer yaşamımızın gayesi ıslanmamaktan geçiyorsa…
Her kişinin öncelik listesinde daha büyük ev almak, bir üst model arabaya binmek, daha fazla mal varlığı biriktirmek, pahalı restoranlarda yemek ve marka dükkanlardan alışveriş yapmak gibi kavramlar yer almaktadır. Bir kişinin bile bunları elinin tersi ile geri çeviriyor olmasını ‘‘zırvalık’’ olarak adlandırmaz mıyız çoğu zaman? ‘’Çünkü biz hayatla bağlantımızı kaybetmiş insanlarız, hepimiz sakatız, hepimiz… Bağlantılarımız o kadar kopuk ki “gerçek hayata” karşı tam bir tiksinti duyuyoruz. Bu yüzden de bize bunu hatırlatan insanlara kızıyoruz. O kadar ileri gittik ki “gerçek hayata” bir yük olarak bakıyor ve kitaplarda bulduğumuz yaşamın daha iyi olduğuna inanıyoruz.’’ Sistemin dayattığı tekdüzelikten, hayat yolculuğumuzda önümüzde çıkan farklı düşünceleri dışlayıp, ayıplayan gözlerimizin başka ne gibi bir açıklaması olabilir ki? Oysa ki, kazanıldığında mertebeye ulaşmış hissi uyandıran modern yanılsamalarımız bizi uysallaştıramıyor. Aksine rekabetten gözü dönmüş salt bir tüketiciye, her şeyin en güzeline en çok kendisinin layık olduğunu düşünerek, kıskanç ve haset bir bireye dönüşmemizi sağlıyor. Tüm bunlar en başta kendimize uygulayabileceğimiz psikolojik ve fiziksel saldırganlık kadar zarar vericidir.
“Son derece iyi, ama zayıf iradeli insanlarda bazen görülür bu. İyidirler ama, üzüntüleri, öfkeleri haz verir onlara. Her ne pahasına olursa olsun, (hatta hiçbir suçu olmayan başka birisine, çoğunlukla çok sevdiği bir yakınına acı verdiklerini bile bile) içlerindeki zehri dökmekten geri kalmazlar.’’
İnsanoğlunun en zayıf halkasını yakalamıştır anti-kahraman Yeraltı İnsanı. Zehirli duyguları ile dolup taşan kişinin en çok yakınındaki kişiyi sömürüp tükettiğini gözlemler. Ucuz gururunu, içinde çoğalan mutsuzluğunu ve doymak bilmez tutkularını köreltmeye çalışır nazı geçtikleri üzerinde. İnsani değerler artık çoktan yozlaştırılmıştır. Yaşamağa dair olan umut kaybedilmiş, tadı kaçırılmış ve patlamaya hazır bir balon olarak hayatını sürdürmektedir. Belki de yabancılık çektiği ruhu ve bedeninde, yaşam dolu insanlara bakıp, bulunduğu noktadan daha iyisine sahip olan bireylere karşı tiksinti duymasının sebebi budur.
‘’Şimdi sorarım size: İnsanoğlundan ne beklenebilir? Önüne dünya nimetlerini serseniz, saadet deryasına gömseniz, çalışma ihtiyacı olmayacak derecede refahını sağlasanız, sırf ballı çörekler yiyip yan gelip yatsa, sırf nankörlüğü, küstahlığı yüzünden bir rezalet koparacaktır.’’
Yeraltı insanı bu vasat duruma öyle güzel bir savunma geliştirmiştir ki onun rengarenk ışığı hiç sönmez. Kendisini diğerleri ile eşit görmeyerek başlar işe. Başkaları tarafından eksik görülmeyi bir hazza dönüştürür. Yeraltı dünyasına çekilerek yalnızlığının sefasını sürer. Acının her şeyi temizlediğini düşünür ve -mış gibilerin arkasına saklananlar gibi olmadığı için kendisini şanslı bulur. Bu sebepledir ki, her şeyi tam anlamıyla algılamayı bir hastalık sayar. Anlıyor ve içselleştiriyor oluşu, onun en büyük kabusudur. O çağın çok ilerisindedir. Uyumsuz olması buradan gelir. Onu ancak yeraltında olanlar anlar, çığlığını duyar. Kokuşmuş tüm yargılara karşı savaşı her yeni gündoğumu ile devam eder.