EMMA REYES: DÜNYAYA AÇILAN KAPI – Karaköy Mono

‘Adın ne?

Annenin adı ne?

Babanın adı ne?

Nereden geliyorsunuz?

Nereye gidiyorsunuz?’



Emma Reyes 1919 yılında bu soruları hiçbir zaman cevaplayamayacak şekilde dünyaca ünlü bir ressam olmak için Bogota’da doğdu. ‘Şimdiye kadar’ tek yazılı eseri olarak bildiğimiz ve Paris Yayınları tarafından keşfedilip 2020 yılında Türkçe’ye kazandırılan Emma Reyes’in Kolombiyalı yazar ve politikacı Germán de Arciniegas (1930-1999)’a -ablası Helena’ya hiç kimseye anlatmayacağına dair söz verdiği halde- ilk 18 yıllık hayatını Paris’ten yazdığı yirmi üç mektupla kendisine anlatarak belgelendirir. Oldukça önemli olan eser Dünya’ya Açılan Kapı olarak İspanyolca’dan Mükerrem Aktoprak Karakaya tarafından kitabın orijinal anlatımına sadık kalarak oldukça akıcı ve sade bir dille tercüme edildi.

Her ne kadar Emma Reyes 18 yaşında okuma-yazma öğrendiği için aşağıdaki satırlardan da gördüğümüz gibi kendisine güvensiz bir şekilde yazmış olsa bile her mektuba eşlik eden kendi çizimleriyle sırlarla dolu çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını kendisi için en iyi iletişim şekli olan resimle görselleştirmiştir: ‘Bana düzeltmeler vermiyorsun ve yazdıklarım anlaşılır mı onu bile bilmiyorum. Bana karışık gelen bazı anlar var ve hikâye bir bütün olarak okunabiliyor mu bilmiyorum.’

Arjantinli gazeteci ve yazar Leila Guerriero’nun da kitabın önsözünde belirttiği gibi dayaklar, kötü beslenme, cezalar ve en sonunda kendisine bu şartlar altında isminin sadece Bayan María olduğunu bildikleri herkesten kaçan, eve öfkeli dönen ve dönemin sadece Kolombiya’da değil tüm dünyada kadının dış hayatta yer edinmek için mücadele ettiği ve karşılığında Bayan María’da olduğu gibi bedelini toplumdan dışlanarak ödediği ‘sırlı’ bir kadın tarafından dört yaşına kadar büyütülür. Pek alışık olmadığımız şekilde Emma Reyes o dönemi çocukluğun ve aynı zamanda okur-yazar olmanın getirdiği saflıkla içerisinde bulunduğu Kolombiya’yı tüm yaşadıklarına rağmen masum bir şekilde anlatır.

20. yüzyıl kadın çalışmaları ve kültürü açısından oldukça önemli bir yere sahip olan bu mektuplarda María Hanım’ın özgürlüğü için verdiği savaşı ülkesine ve erkeklere öfke duymadan, masum bir şekilde aktarır: ‘Aralarındaki tek kadın olan María Hanımefendi’nin bu buluşmaların merkezinde yer alması rahibi öfkeden deliye döndürmüş ve ona karşı savaş ilan etmesine sebep olmuştu. Kilise alayının meydanda yürüyüş düzenlediği bir gün rahip aralarından ayrılmış, bacağını uzunca açarak kaldırıma atlayıp elinde bir haç ve tamamını yere döktüğü kutsal suyla dolu bir kova ile çikolata dükkanına girmiş, şeytanın buradan gitmesi için dualar etmişti.’

Bu saf hikâye dili aslında Güney Amerika edebiyatında özellikle Kolombiya edebiyatını dünyaya tanıtmış olan Gabriel García Márquez romanlarından alışık olduğumuz bir dildir. Anadolu edebiyatında olduğu gibi çıkış noktası sözlü edebiyat olan Kolombiya edebiyatı Avrupa edebiyatı için dram, isyan ve gri renkli olan konuları bölgenin yerli kültüründen gelen kaderi kabulleniş bakış açısı ile renkli bir şekilde hikâye dili ile aktarırlar. 

Bu renklerle anlatış biçimini Emma Reyes’te ressam olduğu için daha çok görürüz. Sanata olan yatkınlığının en büyük belirtilerinden birisi olan birçok şeyi renkler üzerinden tanımlamasını çocukluğunda şahit olduğu yangın örneğinde satırlarıyla yansıtır: 

‘Başta sadece siyah dumandan devasa bir kolon gördüm, sonradan yavaş yavaş alevleri görmeye başladım, kilisenin kulelerine kadar yükseliyorlardı. Kırmızılar, sarılar, morlar tüm renkler çok güzeldi (…) O yangını, çocukluğuma ait en güzel ve en sıra dışı görüntü olarak hatırlıyorum. Uzun bir süre yangının vali beyin onuruna yapılan şenliklerin bir parçası olduğunu sanmıştım.’

Bu kısa mektuplaşmalar yazarın çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği 1920’li yılların Kolombiya’sına ait bir tarihi mektuplar niteliğindedir. Yerliler, yemek, kilise, özgür kadın, sınıf farkı, Türkler olarak adlandırılan Osmanlı topraklarından göç etmiş olan Araplar: ‘En iyi müşteriler Türkler diye çağırdıkları birkaç kadındı. Bunlar masa örtüleri ve çarşaf yapmamız için en güzel keten kumaşlardan bir sürü parçalar getirirlerdi. Türklere yaptığımız işler en önemlileriydi, yanlarında hep karmaşık olan kendi çizimlerini getirirlerdi.’ Manastırlar gerek Avrupa gerek Güney Amerika’da günümüzde de zanaatkarlığın yaşatıldığı en iyi yerler oldukları için Türkler de el işlemelerini oraya götürüyorlardı. Peki kilise Türkleri -Kolombiya’ya göç etmiş olan Osmanlı göçmenleri genelde gayri Müslim olmalarına rağmen, fakat Katolik Güney Amerika kıtasında Ortodoks oldukları için kabul görmüyorlardı -: ‘Zira rahibeler Türk kadının ateist olduğunu düşünüyorlardı ve her gün işe başlamadan önce, Tanrı’nın onu aydınlatması ve ona Hıristiyanlık inancının ışığını vermesi için bir sürü dua ediyorduk’, diyerek Emma Reyes bu tarihi detaya da nakış vasıtası ile bir gençlik anısı olarak dikkat çeker. 

Peki, Emma Reyes’in anlattığı 1920’li yılların Kolombiya’sındaki bu yerli-beyaz; zengin-fakir ayırımı bitti mi? Hayır. 

Ama sıcak çikolataları hâlâ dünyanın en iyisi olmaya, köylerinde nazar için çeşitli dualar eşliğinde bazı otlar yakmaya devam ediliyor. Bir de Emma Reyes’in ait olduğu sınıftan dolayı hiç görmediği ve ‘dışarıya yani günah dünyasına’ ait olan zümrütleri bir kız çocuğu ve genç kız olarak yer vermemesi genç kızlık döneminde kapalı bir manastırda dahi fark ettiği sadece Kolombiya’ya değil dünyaya ait gerçeği gösterir:

‘O gün manastırda çok net bir şekilde, tıpkı daha sonra dünyada da öğrendiğim gibi, insanların sosyal sınıflara ayrıldığını ve sadece ayrıcalıklı sınıfların gücünün olduğunu anladım.’

Emma Reyes 2003 yılında ‘kafam, içinde ne var ya da ne halde olduğu bilinmeyen eski çöplerle dolu bir oda gibi’ diyerek Fransa’nın Burdeos şehrinde en önemli tablolarını Malaga Fundación Arte Vivo Otero Herrera müzesine bırakarak gözlerini hayata yumdu. 

Yazan: Nesrin Karavar