Bilincin sahip olduğu psikolojik, felsefi ve kavramsal temeller bir yana bırakıldığında günlük dilde bilinçlilik, uyanıklık hali, uyaranlara tepki verme yeteneği, dikkat ya da farkındalık gibi pratik ifadelere tekabül eder. Bilinci incelemek, beyin ve davranış arasındaki ilişkiyi, nöronlar arasındaki bağlantıyı beynin hangi bölgesinin, bedenin hangi fonksiyonundan sorumlu olduğunu açıklayan haritayı incelemekten daha fazlasını gerektirmektedir. Zira bilinç, kendi varlığımızın doğasına yönelik derin bir karmadır. Biyolojik, fizyolojik, nörolojik boyutlarıyla birlikte bilinç ontolojik bir problemdir. Bilincin ontolojisi hakkında, sürekli değişen içeriklerine rağmen çalışmalar yapmak, zihnin ait olabileceği temel metafiziksel kategorileri keşfetmeyi ve daha çok bilinçli olarak bilincin farkındalıklarına varmayı gerektirir. Ancak zihnin sahip olduğu karmaşık yapı, bilincin tanımının kesin ve net ifadelerle yapılmasına engel oluşturmaktadır. Peki tüm bunları Psikanalitik kuramda biçimlendiren Freud, çalışmaları sonucunda engelleri ortadan kaldırmış mıdır? yahut sırlarına erişmek pahasına olsun üzerine araştırmalar devam etmekte midir? bu soruların cevabını yine Freud ekleyerek “henüz bunları eksiksiz gerçekleştirmeye yetecek bilgilerle donanmış değiliz” ifadelerini öne sürmüştür. Ek bunun için daha çok hazırlık yapılmasını gerektiğinin de altını çizmiştir.
Başarılı doktor unvanı altında olan Freud’un ilgisini çeken, hasta insanlara yardımda bulunmak değil, onun için mühim kılınan asıl mesele insan davranışlarını ve doğal nesnelerin özüne dayanan bununla birlikte dünyanın bilinmeyenlerini anlamak ve çözümün bir parçası olabilmek hırsında oluşuydu. Freud’un başarılı fakat ruhen oldukça dengesiz bir yapıya sahip olan tüm insan biyolojisine ve özellikle hayat evrelerindeki görünümlere ilgi duyan Berlinli doktor Wilhelm Fliess ile 1887’den 1092’ye kadar mektuplaştığı bilinmekte. Fikirlerin nasıl oluşupta ileride vereceği eserlere ait taslakları da ona yollamıştır. Bunların içinde oldukça anlamlı ve kapsamlı olan Bilimsel Bir Psikolojinin Taslağı denen çalışma da vardı. Bu çalışma 1895 yılında tasarlanmış, Freud’un kariyerinde dönüm noktası haline gelmişti. Çünkü artık fizyolojiden kopup psikolojiye yöneliyordu. Bu çalışma psikolojik olguları salt nörolojik terimlerle ifade etmeye yönelik bir deneme olarak da bilinmekteydi.
Başlarda Fliess dışında Freud’u dışarıda takdir eden az olmuştur. Viyana da bir kaç öğrenciyi başına toplamayı başardıysa da asıl değişim yaklaşık on yıl sonra birkaç İsviçreli psikiyatrın onun görüşlerine katıldıklarını açıklamalarıyla 1906’da gerçekleşir. Bunların en önemlileri Zürih psikiyatri kliniğinin yöneticisi ile onun asistanı C. Ç. Jung idi. Onların katılmasıyla psikanaliz toplantısı gerçekleşti. 1909 yılında ise konferans vermeleri için Freud ile Jung ABD’ye davet edildi. Freud’un kitapları diğer dillere çevrilmeye başlandı ve dünyanın çeşitli yerlerinde psikanaliz uygulayan gruplar oluşmaya başladı.
Freud’un insanlara betimlediği asıl mesele apaçık görülmüştür ki psikanaliz kuramı ile başlamıştır. Hareketle, psikanalizin gizleyip saklamalara ve dolaylı anlatımlara başvurmak için bir nedenin görülmediği, intizamla değindiği konu cinsellik gibi öylesine önemli bir konuda ilgilenmekten utanma gereğini duymadığını doğru ve dürüst davranışın her şeyi nasılsa öyle ortaya koymak olduğunu savunarak ve böylece çalışmalarını aksatıcı, yersiz düşüncelerden kendini olabildiğine uzak tutacağı umudunu hiçbir zaman kaybetmemiştir. Tartışmaların getirdiği cinsellik konusunda bu gibi yaygın görüşün yanlış olduğunu ileri sürerek Freud’un ikinci modeli olan Libidinal Model çalışmasında cinselliğin öneminden zihnin, kaygının ve bedenin cinsellik ile nasıl bağdaştığını belirtir. Pek çok kişinin de taşıdığı ve yansıttığı cinsellikle ilgili yüksek düzeydeki zihinsel kaygılardan etkilendiğini vurgularken diğer yandan kendisi cinsel dürtü olarak libidoya insanın ruhsal gelişiminde merkezi ve tanımlayıcı bir rol yükleyerek libidonun hem baskınlığını hem de motiflerini incelemek aydınlatmak çabasına girmiştir.
Hareketle Freud’un düşler hakkında yorumlarına dönecek olursak, aklımıza ilk gelen şu soru olmalı; NEDİR ŞU DÜŞ DEDİĞİMİZ ŞEY?
Tek cümleyle bu soruyu yanıtlamak güç olsa da Freud için, düşün belli başlı özelliklerini saptamaya çalışmaktan asla geri kalmadığını vurgular.
Freud hekimlik çalışmalarında bir kadın hastasının ona şu sözleri belirttiğini anlatır; içimde öyle bir his var ki canlı bir varlığa, bir çocuğa ama hayır, daha çok bir köpeğe bir kötülükte bulunmuşum ya da bulunmak istemişim de onu bir köprüden aşağıya yuvarlamışım. Freud hastasının bu sözlerine bir çerçeve çizerek, hastanın unuttuklarını ya da anımsama sırasında başvurabileceği değiştirmeleri dikkate almaksızın bir düşü görenin anlattıklarının onun düşü sayılacağını saptarken, anımsamada ki boşluklara takılıp kalmadığını belirtir. Nihayet bütün düşlerin Freud’a göre önemsiz şeyler oldukları ileri sürülemez. Bir dersin de düş önemine dair anlattıkları dikkat çekmiştir.
3000 yıl hata daha önce yaşamış ataların bile düş görmüş olmaları ve bilindiği kadarıyla eski halkların tümü düşlere büyük önem vermiş, pratikte işe yarar gözüyle bakmışlardır. Düşlerden geleceğe yönelik işaretler çıkarmış, düşlere dayanarak kehanetlerde bulmuşlardır. Yine bir örnekle; Etrüskler ve Romalılar geleceği öğrenme konusunda değişik yöntemlere başvurmuşlarsa da Roma döneminin tamamında düş gereğini korumuş, el üstünde tutulmuştur. Düş konusuna ilişkin literatürde en azından, İmparator Hadrian döneminde yaşadığı söylenen Artemidoros’un kitabı gibi önemli bir eserin bulunduğu bilinmektedir. Freud düşün çok önceden beri aydınlatıldığına dikkat çekse de bir kısım var ki düşün batıl inanca dönüşmüş olduğu savunulmuş, hatta bu inancın getirdiği hareketle düş kuramımı ortadan kaldırmak istemişlerdir. Bu anlayışa varan insanları Freud şu şekilde eleştirir; şurası bir gerçek ki düşlere karşı ilgi giderek azalıp, batıl inanca dönüşmüş ve yalnızca eğitimsiz sıradan insanlarda varlığını sürdürebilmiştir.
Sağın Bilimler (matematiksel bilimler) dönüp dolaşıp düş üzerinde durmuş, bunu da fizyolojik kuramlarını düş üzerinde uygulamak amacıyla yapmıştır. Hekimler düşe doğal olarak ruhsal bir olay gözüyle bakmış, düşü somatik (bedensel) uyarıların ruhsal yaşamdaki dışavurumu saymışlardır. Binz 1878’de düşü romantik, asla işe yaramaz pek çok durumda doğrudan patolojik bir olay olarak ele almış, mavi gökyüzünün alabildiğine derinlerde bulunan yabani otlarla kaplı, kumlu bir vadi üzerinde durduğu gibi evrensel ruh ve ölümsüzlüğünde bu patolojik olay üzerinde öylesine yücelikle durduğunu belirtmiştir. Maury ise düşü, normal insanın eşgüdümlü devinimleriyle kıyaslayarak Kore hastalarındaki düzensiz çırpınışlara benzetir.
Düş özelliklerine gelindiğinde Freud’un en çarpıcı açıklamaları arasında düşün somatik (bedensel) değil, psişik (ruhsal) bir fenomen olduğunu ileri sürmüş, düş yorumu konusunda bunu bir ön-koşul olarak kabullenmemiz gerektiğini söylemiştir. Freud’a göre bütün düşlerde ortak bir özellik varsa, düş görürken uyuyor olunmasıydı. Antikçağda Aristoteles’in konuya ilişkin düş hakkında şöyle bir tanımı vardı; düş uyku sırasında ruhsal yaşamı oluşturmakta ve bu ruhsal yaşam uyanık durumda ki ruhsal yaşamla bazı benzerlikleri içerse de ondan büyük farklılıklarla ayrılmaktadır. Bu bağlamda Aristoteles tanımını Freud’un anlayışı ile ilişkilendirmek pek mümkün kılınacaktır çünkü, Freud’a göre düş ile uyku arasında çok daha yakın ilişkiler bulunmaktaydı. Peki niçin biz uyurken ruhsal yaşam da bizimle uyumamaktadır? sorusu Freud’a düşün var oluşunun nedenlerini araştırıp bulmaya yönelik, teşvik etmişti. Kısa yoldan ruha rahatlık vermeyen bir şey olduğunu, uyku sırasında bazı uyarıların ruhu etkileyip ruhta bunlara ister istemez tepki gösterdiği kanısına ulaşmıştır. Bu da demek oluyor ki; düş uyku durumunu etkileyen uyarılara karşı ruhun bir tepki tarzıdır ve bu da düşün daha geniş tartışılmasına açılan bir kapı aralamaktadır.
hazırlayan: nuray mina