Bölünmeler – 1 – Görünmez Kadın – Karaköy Mono

29.08.2017

Kendini iki kişi olarak yaşadığını fark ettiğimde ondan kaçmalı mıydım, en yakın arkadaşım mı yapmalıydım, yoksa tanımıyormuş gibi mi davranmalıydım bilmiyordum. Tek bildiğim onun günden güne değiştiği, daha görünmez bir hale büründüğüydü. “Geliyorum,” diyor ama sonra geleceğim dediği yerlere asla gelmiyordu. Nesi vardı bu kadının kesinlikle bilmiyordum, onu sarsıp “Senin neyin var?” diye sorduğumda; öylesine normal, öylesine hiçbir şey yokmuş gibi davranıyordu ki, bu yapılanın onun tarafından yapıldığına ikna edemez hale geliyordum.

Yapıyordu, gelmiyordu, ortadan yok oluyordu, bir daha asla görünmüyordu; sonra öteki olarak göründüğü zaman ise, diğerini tanımıyormuş gibi davranıyordu. Hem de hiç ama hiç tanımıyormuş gibi. Bazı anlarda böyleydi işte… Diğer zamanlarda ise sanki o yok olan kendisi değilmiş gibi neşe dolu, zır deli, öylesine kalabalık ortalarda dolaşıyordu ki ikisinin de kendisi olmadığını düşünüyordum, sanki bunları yaşayan başka biriydi. Ama ona o ismi takmıştım çoktan: Görünmez kadın. Üstelik ben de hangi “O”nun görünmez olduğundan emin değildim ama yine de ona bu adı takmıştım.

Asıl kimliği görünmezliğindeydi, anlamıştım, pek çok yerde bulunuyordu, biliyordunuz ama kendisine dokunmak istediğinizde, hop, birden, o yok ülkesinin baş kahramanı olduğuna yeniden emin oluyordunuz. Evet, yok ülkesinin görünmez kadını. “O zaman yanımıza gelen kimdi?” diye birbirimize sorduğumuzda cevap veriyordum ben “O, diğeri. Diğer kadın. Asıl kendisi değil.”

Bunu anlattığım arkadaşlarım benim de onunla birlikte delirdiğimi düşünüyorlardı, böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Bir kişi aynı anda hem biri hem de başkası olabilir miydi? Hayır diyordum, hayır, o böyle yaşıyor. O iki kişilikli. Bir tarafı var kadın, ama bir tarafı yok kadın. Yok işte, yok. Öyle biri yok. Hiç olmadı.

Bunu ona anlattığımda benim yeni bir hikâyeye başladığımı ve kendisini baş kahramanı yaptığımı düşündüğünü söyledi. Üstelik ellerimi ellerine koydu ve “Bak,” dedi “bak: Ben senin görünmez yapacağın kadar yok değilim işte, ben aksine dokunulduğunda buram buram kokacak kadar gerçeğim.” Koltuk altlarından çıkan ter kokusunu saldı oturduğum yere. “Duydun mu kokuyu?” dedi sonra. “Bak işte, böylesine, koşup da yorulan, yorulduğunda terleyen, terlediğinde kokan bir kadınım ben. Gerçek işte. Alabildiğine gerçek. Gidiyorum ben, nasıl yok edebilirsin beni böylesine?”

Gitti sonra. Günlerce görünmedi. Arıyordum, cevap vermiyordu. Evine gidiyordum kapıyı açmıyordu. Ama aniden en yakın arkadaşlarımızdan birinin doğum günü partisi davetli listesinde adını görmüştüm. Yine görünmeye karar verdi demiştim sonra. Herhalde günler, haftalar süren bu görünmez sessizliğine bir son verecek.

Doğum gününe gittim, hevesle gittim, mutlanarak gittim. En yakın arkadaşı ben olduğumdan, herkes bana onu soruyordu. “Nerde? Nerde o?”

Kimse ona adıyla seslenmezdi, o bizim arkadaşlarımızın arasında “O” diye çağrılırdı, “O”. Onun adı oydu. “O” olmak için özel bir şey yapmaya gerek yoktu, herkes “O” olabilecekken, hiç kimse “O” olmuyordu, çünkü herkes ismiyle var olmayı seviyordu. Ama o, yeni biriyle tanıştığında bile adını söylemezdi, herkesi dinler, usulca giderdi yanımızdan sonra. Geride yalnızca “O” kişisini bırakırdı. “O”.

“Bilmiyorum,” dersem onun bu görünmez tuhaf kimliğini daha da ortaya çıkarırım diye korkuyordum.

Onun herkes tarafından tuhaf bulunmasına gönlüm razı olmuyordu, bu nedenle yine yok olduğunu, ortadan kaybolduğunu söylemek istemiyordum.  Sanki benim onun ayrıksı otu kimliğini bilmem onu yeteri kadar tuhaflaştırıyordu ve kendi bilgime başkalarının bilgilerini dahil etmek içimden gelmiyordu bu nedenle. Onu gizli bir koruma duvarının arkasına saklamıştım, bu duvarın arkasındaki görünmez kimliğiyle insanları, diğerlerini tanıştırmak istemiyordum.

Bana göre yokluğu zaten bu kadar görünürken, görünmezliği bu kadar ortadayken, bir de en yakın arkadaşı olarak, “bilmem, gene yok oldu” dersem, bunu diyen kişi ben olduğumdan, onu daha da duvarların arkasına saklarmışım gibi geliyordu. Yeniden göründüğünde bunun herkesin ona tuhaf davranmasına, “Aa nerelerdeydin, ortalarda yoktun,” demesine yol açacağını düşünüyordum. Hani diyeyim, bununla mücadele etmesini istemiyor, aramıza yeniden karıştığında onun normal ilişkilerine devam etmesini istiyordum. Dışlanmışlığını bütün hücreleriyle yaşamasını istemiyordum. Sanki bütün dünyayla onun adına kavga ediyordum.

Oysa ki biliyordum, tüm bunların hiçbirinin onun için bir anlamı yoktu.

Yeniden göründüğünde biri ona, “Neredeydin?” derse, o kendi hikâyesini bıraktığı yerden tamamlayabilir, bana davrandığı gibi davranabilirdi ama işte ben istemiyordum. Bunun diğer insanlardaki aksini o öngöremiyordu, ama ben öngörebiliyordum, bununla yaşamasını istemiyordum.

Onun gizli meleği miydim ben? Oysaki onun meleklerle şeytanlarla falan işi gücü olmazdı, neyse oydu o, neyse o. Bir keresinde anlar gibi olmuştu da bu tavrımı, “Rahat bıraksana beni sen, kim ne düşünürse düşünsün,” demişti.

“Kim ne düşünürse düşünsün, hakikaten ilgilenmiyorum ben! Üstelik biri bir şey dediğinde, hani hakikaten bir şey dediğinde, bunu ciddiye almam için ortada bir sebep olduğunu da hiç sanmıyorum, sen neden bu kadar ciddiye alıyorsun ki? Bırak, bırak beni, rahat bırak beni.”

Çığlık çığlığa kaçmıştı yanımdan. Çığlık çığlığa. Acaba ona kötülük mü yapıyordum ben? Hem de çok ama çok büyük bir kötülük?

Herkes kendini nasıl var etmek isterse öyle var ediyordu, ben niye onun yokluğundan var ettiği kendisinin üstüne, bu yokluğunu kapatarak o hakikaten varmış gibi bir başka benlik yaratmaya çalışıyordum ki? Ben kim oluyordum üstelik? Neydi benim bu çıldırmışlığım, kim karışırdı onun ve herkesin kendini var etme hikâyesine, kime neydi sahiden?  Bana neydi sahiden? Kimdim ben? Bir arkadaş bir başka arkadaşın hikayesinde ne kadar yer kaplayabilirdi ki, ben onun hikayesinde baş rolü kapmaya çalışıyor ve onun hikayesini onun adına yazmaya kalkıyordum? Ben de mi delirmiştim? Onu böy-lesine anlatmak isteyişim onun bu bölünmüşlügünü sevişimden mi ileri geliyordu?

Öyle demişti bana bir keresinde, “Sen beni değil, hikâyemi seviyorsun. İyi de bir insan hikâyesinden bağımsız var olabilir miydi?” Ona bunu sormuştum ben de. “Bak,” demiştim, “dinle, elbette önce seni seviyorum ben, ama seni, kendi hikâyenden, bu ikili halinden bağımsız nasıl sevebilirim? Seni kendi hikâyenden nasıl ayırt edebilirim?”

Kaçmıştı yine yanımdan. Koşarak kaçmıştı: “Beni rahat bırak! Beni hikâyelerimle bırak!”

Başka bir günse usulca yanıma gelmişti, hep yemek yediğimiz yerde yemek yiyordum tek başıma, ve tepsisini yanıma koyarak usulca gözyaşlarına ortak etmişti yediğimiz yemeği:  “Biliyor musun, ben öteki kadını evden çıkaramıyorum. Asla evden çıkaramıyorum onu. O böyle bir gün öncesinden sanki bütün dünyayı dolaşacakmışçasına, sanki adım atılmamış tek bir yer bırakmayacakmışçasına  planlar yapıyor, o planlarla var ediyor kendini, evet diyor, yarın, ertesi günü, diğer gün, öbür günler, yeni bir gün olacak ve o yeni gün o kadın yeniden doğacak, sanki bir gün öncesinde  evinde  zaman  geçiren o kadını unutacak, yok edecek, ve yeniden yaratacak kendini bir günün sonunda, yeniden doğacak, ama sonra o diğer gün geliyor ve o kadın evden çıkaramadığı o kadını izliyor sadece. Ben bıktım kendimden, o kadından, hareket edemeyen, hareketsizliğinin içinde boğulan o kadından bıktım,” dedi.

Ağladı, ağladı, ağladı. “Beni lütfen bırakma,” dedi. “Bu çaresizliğime ortak ol, dinle beni, anla beni, tut ellerimi hep ve gitme benden.” Ah, ben ondan nasıl gidebilirdim ki? Onu böylesine görürken ben ondan nasıl gidebilirdim? Bu söz konusu bile olamazdı, üstelik, şimdi o böylesine bana açılmışken, benim ona sırtımı dönmem, ondan uzaklaşmam, onu dinlememem, asla ve asla söz konusu olamazdı.

“Peki,” dedim “bir şey soracağım sana. O zaman bana tüm dürüstlüğünle cevap vermelisin.”

Heyecanla kaldırdı kafasını yemek masasından. Ne söyleyeceğimi  çok ama çok merak etti.

“O zaman buraya kadar nasıl geldin? Bak, şimdi bu hep geldiğimiz restorandasın, evinden bir hayli uzakta bir yerdesin ve bana evinden çıkamayan o kadından bahsediyorsun. O halde buraya gelen bu kadın kim?”

Gözleri, neşeyle, umutla, dostlukla, yeniden doğmuşlukla, inançla açıldı:

“Benim,” dedi.  “Ben.”

“Ya diğeri kim,” dedim.

“Diğeri, o,” dedi. “O.”

“Öteki.”

Masadan kalktık, birlikte kalabalığa karıştık. Onu gören birkaç kişi, “Aa nerelerdeydin, ne zamandır görüşemedik,” dedi.

“Seyahatteydim,” diye yanıtladı. “Bir süre buralarda yoktum. Döndüm şimdi.”

Usulca bakıştık. Çok usulca.