Ovid’in metinlerinden bugün bildiğimiz haliyle Narkissos günlerden bir gün durgun sudaki ne olduğunu bilmediği kendi yansımasına aşk ile tutulur. Kendi imgesi için bugüne kadar bir başkasına hissetmediği duygular içinde kavrulur. Görüntüsüne ne yaparsa yapsın dokunamadıkça başından ayrılamaz O’nun. Sonunda göz alıcı sarı bir çiçeğin etrafını çevreleyen beyaz yapraklarıyla mağrur bir nergise dönüşür. Bu genç ve yakışıklı erkeğin sonunda insanlıktan çıkıp bir çiçeğe dönüşümü, modern psikolojideki narsisizme ilham vermesinin de olası etkisiyle, genelde bir ceza gibi algılanır. Onu görenlerin sadece canlı ve diri renklerine değil, vaat dolu kokusuna da hayranlığının tadını çıkaramayacak bir bitki haline gelmesi, bu cezayı insan dünyasında anlamlı kılabilir. Doğal ortamında ise nergisin yeri kırlar ve dağlardır. Bana kalırsa bu son, egosundan gözleri kamaşmış bir insanı kucaklar gibidir. Varoluşun içinde eriyebilme yetisi açısından bu, kime aitim ya da kim bana ait sorularının, daha hiç anılmadan ortadan kalktığı durum olmalı. Ulaşılacak bir arzunun vuku bulmadığı, her şeyin hem de hiçbir şeyin ne eksik ne de fazla olduğu bir zaman ve mekân…
İnsanın aşk arzusu ise kendiyle olan ilişkisine ve kendi varlığına nasıl ulaştığına göre şekil alan, anlam arama arayışının bedeni ile de bütünleştiği hali. Tam olarak inanılanların ya da bilinenlerin ötesinde bilinçaltının yönlendirdiği bir tuhaf kayboluş. Öyle bir gittiğin yolu bilmezlik ki, elindeki kapsamlı tarifinin bile boşa çıktığı. Belki bu yüzden, an‘da olmanın en dolaysız hallerinden biri olsa gerek. Ve eğer, bir gün aşkın formülü onun bitişine sebebiyet verse bile, geçmişin hem dargın hem barışık duygularını şöyle bir anımsayacak kadar kendini yeterince avuttuysan, onun ne olduğunu sükûnetle anlayabildiğin.
Herkes kendi başına gelenin en büyük aşk olduğuna inanmaya meyilli aslında. Belki de bu yüzden, edebiyatta ve sinemada gördüğümüz etkileyici aşk sahnelerindeki karakterlerle kısa süreliğine olsa dahi özdeşleşmek âdettendir, endişelenmeye gerek yok. Çünkü duygusu, kıvamı ne olursa olsun, ortaktır. Varoluşun, su içmek, karnını doyurmak ve atıklarını boşaltmak gibi bedenden gelen bir rahatlama kaynağı olabilecekken aynı zamanda insana atfedilen zihinsel melekelerden beslenir. Kimi zamanlarda hem aranan hem bulunandır. Alın size koca bir muamma!
İçimizi Isıtacak Olan Dışarıdaki Güneş Midir?
Edebiyatta ise aşk, yazının olmadığı sözel aktarımın ve mitolojinin hüküm sürdüğü zamanlardan beri konuşulur. Aşkın en ılıman ve zararsızmış gibi gözüken anlatımlardan biri, bu dönemden Midillili şair (M.Ö. 630-570) Sappho’ya ait olmalı… “Doğru”, der Sappho. “Beni okşayanı seviyorum. Bence aşkın da payı var. Güneşin parıltısında ve erdeminde.”
Karşısındakini gezegenimizdeki hayatın kaynağı güneşe benzetecek kadar dünyasının merkezine yerleştiren, elbette onun etrafında dönerken değişen mevsimleri de tadacaktır. Bu döngüsel eğilim, kimi zaman güneşin artık uzak olmaktan çıkıp, eşlik eder hale gelmesiyle mutlu sona ulaşabileceği gibi, bazen de imkânsızlığın pençesinde kıvranacaktır. Nerede ve ne zaman âşık olunacağı bu hikâyenin arzu edildiği gibi bitmesine mâni olabilir, yine de bu daha farklı hazları olan bir acı olmalı. Oysa bir koca dağ gibi karşılıksız kalmış bir aşk, insanı dışarıdan bakınca çok da açıklanamayan bir buhrana sürükleyebilir. İşte, kimin kime tutulacağı burada önem kazanır.
Eğer hayatında bocalamakta olan bir insanın arzu nesnesi, Anna Karerina’nın sevdiceğinde olduğu gibi, hırslarının etkisinden çıkamayan Vronski’de vücut bulursa bu denklemin pek de hayırlı sonuçlanmamasına şaşırmamalı.
Birbirlerine çekilen Anna ve Vronski‘nin kalbi yanlış kişi için çarpmış değildir. Aksine, içgüdülerimiz neye tutunacağını aklımızdan daha iyi bilir. Tutku boyutunda sahicidir onlarınki. Yavaş yavaş bu tutkunun peşinde varoluşun sevincini paylaşarak haz almaktansa, içlerindeki yoksunluğun tamamlayıcısı olarak öteki çehre nesne olarak donakalır. Olaya Anna tarafından bakarsak, bu girdabın etkisinden kolay kolay çıkamayacağımızı anlarız. Sanki bir av ve avcı söz konusudur. Aslında onların suçlanacak bir kabahatleri yok: Aşkları kendi doğalarına özgüydü. Başa böyle bir şey geldiğinde rahat olunuz, eğer takıntılı değil iseniz, geçmişteki büyüsünü kaybetmese bile yaşattığı coşkunluk hissiyle karışık sızı biraz sonra yatışacaktır. O halde neden Tolstoy, Balzac, Goethe ya da Stendhal gibi etkili yazarlar içinde bulundukları zamanı anlatan ve topluma dair güçlü gözlemleri de olan romanlarının tam kalbine farklı aşk hallerini yerleştirmiş olabilir?
Duyguların Hareketi Şifalandırır
İnsanın beyni okuduklarını kendi yaşıyormuş gibi algılamakta ve kendine yaşatmakta oldukça ustadır. Zamana direnmiş ve duygusu yoğun aşk romanları, okuyanda başkasıyla özdeşleşmenin verdiği yalnız değilim hissi ile birlikte kendine intihara kadar sürüklenebilen sonu layık görüp sonra nefes aldığı halini fark ettiğinde gizli bir halinden memnunluk sağlıyor olabilir.
Yumuşak bir bakışla gözlerimizin içine dalanı, bedenimizin gürül gürül peşinden gittiği yerine tercih etmemizi belki bu romanlar söylüyordu. Ne de olsa tutku dolu bir aşk sahiplik istediği ve ister istemez egonun şiddetlice açığa çıktığı bir oyun alanı sunduğu için bunu en dehşetli haliyle büyük sözlerle dile getirmekten çekinmeyenlerin ürkütücü bir yanı olmalı. Gelin görün ki insan yaşadığını kendine ispat etmenin bir yoluymuş gibi heyecanı sever: Ürkmek çare olmayabilir bazen…
Tolstoy, ihtiraslı Anna-Vronski ilişkisinin karşısında duyarlı Kiti-Levin ikilisini ele alır. Sakin ilerleyen ve birbirini karşılıklı kabule de dayalı bu ilişkide sanki acı vermeyen aşkın mümkünlüğünü sorgular gibidir. Ne var ki, Anna’nın “yasadışı aşkı”nda olduğu gibi sürükleyici değildir onlarınki. Birbirlerine olan sevgileri ise ilgi ve samimiyete değerdir. Olgunlaşma süreciyle bütünleşmiş, iradeli olarak yapılan seçimlerle şekil alan, sevmenin salt kendisinden duyulan coşkuyu besleyen bu türlü aşk da insanlar içindir. Belki bu paylaşımın en ideali denebilecek bir ilişki, anlamını iki kişinin arasındaki boşluklarda ortaya çıkarır. Sahiplik ilişkisinden ziyade, birbirine eşlik etmek… Nasıl fikir türlü türlü ise, burada aşkın farklı hallerinin özgünlüğünü teslim ederek, onları birbirine kıyas almamalı diyorum. Nitekim hakkını vermek gerek, kendi varlığına yoldaş bulmuş bir ruh olmak mest eden bir durum yaratır.
Ölüm Neden Trenin Altındaydı?
Tren, Anna Karenina’da ülke yapısının dışarıdan gelen bu teknolojik hamleye hazır olmamasına dayanılarak karşı çıkılan bir imgeye bürünür. Anna’nın kendini trenin altına atması gibi kahramanının ölümüne varan olay örgüsündeki arzu nesneleri ise genelde şan, şöhret ile de yakın ilişkide insanlardır. Kişinin, kendiyle olan ilişkisinin en belirgin hali yaşadığı aşkta ve içinde bulunduğu ikilemlerin de en ilgi çekici tezahürü sevgililik hallerinde gözlemleniyorsa eğer, bu tip avcı karakterlerin ve onların içinde yaşadığı toplumun açtığı yaraları apaçık ortaya koymanın en etkili aynası âşık olanın yok oluşudur. Tolstoy, “Doğrucu” olarak da karakterize ettiği ve doğallığı “ensesindeki siyah bukleler”inden dimdik yürüyüşüne kadar sinmiş Anna’ya “ben ölünce pişman olacak O, içi sızlayacak, sevecek beni, benim için acı çekecek” dedirtmiştir. Lakin içindeki fırtınalarda savrulurken O’nu çevreleyen yapaylıktan Anna’yı çekip almak istemiş de olabilir, kim bilir?
İşte klasiklerin içinde acı aşkı okumanın barındırdığı sır bunlarla ilgili olmalı. Bu romanlarda tek anlatılan varlığını duyumsayabildiği gibi onu kendi iradesiyle sonlandırma kabiliyetine de sahip insanın kendini içinde bulduğu yanılsamanın bizzat yok oluşunu hazırlaması değildir. Etrafında onu sarmalayan toplumsal kabuller ve kurguların, onun ruhundaki ikilemlerin yıkıcı tarafı ile birleştiğinde, insanın biricikliği üzerindeki etkisini anlatmak için aşktan daha iyi bir yol olabilir mi?
*/*