Öğretmen çocuğu olmak zordu. O benden dört yaş büyük olduğundan bu eziyeti dört yıl fazla çekmişti. Üstelik anne-babamız dört yıl daha acemiyken başlamıştı onun okul hayatı, benimkine kıyasla.
Onlar örnek insan, erdem abidesi, mükemmel olmak zorundaydılar ya, auralarının en önemli bölümünü de biz oluşturuyorduk adeta.
Sınıfta icraatları ne kadar iyi olursa olsun, ele güne karşı başarı ölçüleri bizdik. Öyle ya, kendi çocuğunu iyi yetiştiremeyen bir öğretmenden başkalarının çocuklarını iyi eğitmesi nasıl beklenebilirdi?
Bu yüzden başarılarımız parlatılır, kabahatlerimiz dağlanarak saklanırdı.
Doğrusu ben henüz onun kadar büyük bir baskı altında değildim. Okulda zaten iyiydim. Munis bir çocuktum. Şikâyetler daha çok ağabeyimden yanaydı.
Muhtemelen benim daha iyi olmam da herkes için bir baş ağrısı kaynağıydı. Bu ailede, istenene en azından yaklaşan birisi olabiliyordu işte. O halde ağabeyim neden böyle haylaz, derslerinde vasat, arkadaşlıklarında hırçındı?
Evimiz küçüktü. Onunla aynı odayı paylaşıyorduk. Uyku öncesi sohbetlerimize doyamazdım. Ona anlatacak, danışacak çok şeyim olurdu. Ve onun hikâyeleri… Annemin, hele babamın asla duymak istemeyeceği, benim ise hayranlıkla, gıpta ederek, film izler gibi dinlediğim küçük maceralar. Ben her defasında hikâyenin sonunu duyamadan uyuyakalırdım. Böylece sohbetimiz sabırsızlıkla beklediğim bir sonraki geceye devrederdi, tıpkı Binbir Gece Masalları’nda olduğu gibi.
Ta ki o tuhaf, o unutulmaz, dokunaklı geceye kadar. Belki de esrarengiz bir sezgiyle aniden uyanmıştım. Belki hep uyanıyordum ama uyku beni hemen geri alıyordu, hafızamın da sessizce üstünü örterek. Ne var ki bu defa öyle olmadı. Cılız bir ışık ve belli belirsiz hıçkırıklar, iç çekişler uykunun sislerini dağıttı. Kıpırdamadan durdum. Korku içinde dikkat kesildim. Kötü bir rüyada olmadığıma kanaat getirdiğimde gizlice baktım ve onun sırtını gördüm. Kâğıttan bir külah ile masa lambasını gizlemiş, önündeki deftere bir şeyler yazıyordu. Ara sıra titriyor, kesik kesik hıçkırıyor, derin soluklar alıyordu.
Aniden bana doğru dönünce hemen gözlerimi yumdum ve bir daha açmaya cesaret edemedim.
Ertesi gün eve ondan önce gelmemi fırsat bilerek kitaplığı didik didik ettim ve sonunda defteri buldum. Kısa bir tereddütten sonra son yazılanları okudum. Korktuğumdan da korkunçtu yazdıkları. Dedemizden kalan tabancadan söz ediyordu. Bu işkenceye bir son vermeye karar vermişti. Benim kahrolacağımı bilmek bile onu durduramayacaktı.
Dehşet içinde defteri yerine koyup, bu defa mutfakta az kullanılan bir çekmecenin arkalarında güya saklanmış olan tabancayı buldum. Paslı bir altıpatlardı bu. İçinde de tek bir mermi vardı. Mermiyi hemen cebime attım ve hayatın normale dönmesini umdum.
Takip eden günlerde ağabeyim biraz durgundu. Bir düş kırıklığı yaşıyor gibiydi. İlk fırsatta defteri bir kez daha yokladım. Merminin kaybolduğunu, buna akıl erdiremediğini, bunun muhtemelen ilahi bir mesaj olduğunu yazmıştı. Daha sonra defter de ortadan kayboldu zaten.
Ben mermiyi o gün bu gündür saklıyorum. İçinde ağabeyimin ömrü var. O ise başka bir yol seçti. Daha uzun ve dolambaçlı bir yol. Okul ve daha sonra iş hayatında daha da başarısız oldu. Onu çok mutsuz eden ilişkiler yaşadı. Sağlığını umursamadı, hayatı pas tuttu ve erkenden göçüp gitti.
Mermi ağabeyimden daha uzun ömürlü olmuş, ben ise onun hayatını kurtardığımı zannetmiştim çocuk aklımla.