RIMBAUD ve ÖLÜMSÜZ ŞİİR – Karaköy Mono

Şeytani yaratıcılığının müthiş pırıltısını 16 yaşında bir delikanlıyken dünyaya yaymaya başlayan, herkesin aklını başından alıp 20’sinde de yazmayı bırakan Fransız şair Arthur Rimbaud bir sembolist miydi, sürrealist mi, yoksa sapık, bir süperman ya da peygamber mi? Yoksa mistik, sinsi bir şeytan, ya da masum bir melek mi?

Paul Verlaine

Şiddetli bir aşk yaşadığı Fransız şair Paul Verlaine, aşık bir adamın gözleriyle bakarken “o acımasız, soluk mavi gözlerinde ve sert kıvrımlı kırmızı dudaklarında bir tür tatlılık” görüyordu; Varleine’in karısı Mathilde ise, feci şekilde gururu kırılmış bir kadın olarak yıllar sonra aynı gözler için “mavi ve çok güzellerdi, ama o gözlerde sinsi bir bakış vardı, o zamanlar biz tüm hoşgörülülüğümüzle bunu utangaçlık olarak yorumlamıştık.” sözlerini kullanıyordu. Rimbaud’un bilinen en meşhur fotoğrafını çekmiş ve onun ellerinde bizzat fiziksel işkence örmüş gazeteci, karikatürist ve fotoğrafçı Etienne Carjat ise onu “o küçük dalkavuk” diye tanımlıyordu. Fransız şair ve oyun yazarı Paul Claudel onun “kutsal bir ışıkla aydınlanmış meleksi bir zihne” sahip olduğunu söylüyordu; yazar ve eleştirmen Edmond de Goncourt ise “oğlancı bir katil” olduğunu… İngiliz şair ve romancı Malcolm Lowry, onun hakkında yazdığı bir şiirde taşıdığı tüm kimlikleri sıralıyordu: Şair, fabrika işçisi, öğretmen, dilenci, anahtarlık satıcısı, sirk çalışanı, taş ocağı ustabaşısı, tacir, silah kaçakçısı, yarı zamanlı Kur’an yorumcusu…

Jim Morrison

Öte yandan Verlaine ile yaşadığı ilişki eşcinsel kültürünün öncülerinden biri olarakgörülmesini sağladı. Pek çok anarşist hareket ise onun sürrealizmini ilham kaynağı olarak gördü; pop kültüründe Rimbaud, Bob Dylan ve Jim Morrison gibi isimlerin enerjisini taşıyan bir figür oldu. Hem kişiliği, hem yaşadıkları, hem de eserlerindeki muamma, Arthur Rimbaud’yu şeytani bir melek olarak edebiyat tarihinde efsaneleştirdi.

Arthur Rimbaud on altı yaşında “Kahin’in Mektupları” adıyla bilinen iki mektup yazmış, bu mektupların her ikisinde “Ben bir başkasıdır” söylemini kullanarak, yaşamı, varoluşu, gerçeklik algısını sorgulamış, bunun yanında sosyolojik açıdan bireyin toplumsal yeri üzerine düşünsel veriler ortaya koymuştur. Bu verileri çözümlemeden önce Rimbaud’un şair kimliğine ve araştırmanın örnekleme alınan odağına etkileri bakımından yaşam öyküsel deneyimlerinin incelenmesi gerekmektedir. Bu yolla söylemin altında yatan dinamikler nesnel bir temele oturtulabilir.

Rimbaud’un yaşamı, şair kimliği kadar aykırı, pek çok mitosun ortaya çıkmasına neden olan bir yaşam öyküsüdür. İki kişiliği tek bedende taşıyan, bir yanı olumsuz duygularla, aykırılıklarla, yaşamdan ve kendinden kaçmayla geçmiş, diğer yanı son derecede uyumlu, başarılı bir tavırda ilerlemiştir. Çocukluğunda babasının evi terk etmesi sonucu annesinin baskın ve yönlendirici tavrı Rimbaud’un yaşamı boyunca peşini bırakmayan kaçıp kurtulma duygusu ile yaşamasına neden olmuş, ancak dönüp dolaşıp kurtulmak istediği eve geri dönmüştür (bireyin dönüp dolaşıp geldiği ben, gene kendi benliğidir).

“Rimbaud’un kendi akranlarıyla arkadaşlık kuramamasını, küçük görmesini, kendisinden yaşlı insanlarla arkadaşlık kurmasını ve Paul Verlaine’le yaşadığı eşcinsel deneyi, babadan yoksunluğa, ana otoritesine karşı duyduğu başkaldırıya bağlayamaz mıyız?” diye sorabiliriz. Yaşam öyküsüne bakıldığında yaşamı değiştirmek isteyen bir çocuk görülüyor, var olan gerçeklik karşısında kendi gerçekliğinin peşine düşen bir çocuk. O kadar ki kendisini dahi bir başkası olarak tanımlayacak, kendi gerçekliğine bile sırtını dönecektir. Yaşamı birbiri ardına gelen bir başkaldırı ve isyan yığınıyla şekillenen bu şairin Paris Komünü’ne katıldığı, burjuva ve toplum düzenine başkaldırdığı, “Bir emekçi olacağım ben” diye yazdığı, fakat hemen ardından grevde olduğunu, asla çalışmayacağını söylediği, kilise otoritesine karşı çıktığı, gelecek olan yeni toplumun önderliğini bilimin yapacağına inandığı, bu yeni toplumda birey algısının alabildiğine özgür olacağı, ilerici şiir ve edebiyatı okuduğu kadar, geçmişin geleneksel yapıtlarını ve devrimcilerin eserlerini de okuyup tükettiği bilinmektedir. Zıtlıklardan, git-gellerden, karşıtlıklardan beslenen yaşamı Arthur Rimbaud’un karakterini oluşturmuş, bu karakter şiirlerinde ve üslubunda da kendini göstermiştir.

Rimbaud

Kafiyelerden, satırlardan, dizelerden oluşan bir şiir yerine, var olan tüm sistematik düzeni yıkmış, birbiri ardına sıralanan cümlelerden oluşan yeni bir şiirsel dilin, düzyazı şiir, metinsel şiir örüngüsünün öncülüğünü üstlenmiştir. Rimbaud’un şiirin bütün geleneklerini yıktığı, yapısal ve zihinsel düzenini parçalayıp altüst ettiği, şiiri ve bütün bir dönemin söylem dilini yeniden düzenlediği belirtebiliriz. Düzyazı şiirleriyle yarattığı bu yeni gelenek modern şiirin yazınsal temellerini oluşturmuş, Rimbaud’u da bu temelin yaratıcısı yapmıştır.

Arthur Rimbaud “Ben bir başkasıdır” diyecek kadar kendi varoluşunu çözümlemiş, bir o kadar da kendisine ayrı düşmüş bir şairdir. Rimbaud, Georges Izambard’a yazdığı 13 Mayıs 1871 tarihli ilk Kahin’in Mektubu’nda Je Est Un Autre (Ben bir başkasıdır) der. Bireyin ben’i sorununa çağlar boyunca farklı yaklaşımlar getirilmiş, ancak Rimbaud’un bireye ve kendi ben’ine baktığı yer geleneksel söylemlerin dışına çıkmıştır. “Bu formül zamanın Fransa’sında, romantik BEN’in yanısıra kartezyen (Dekartçı) BEN’i de yıkmaya çalışarak kimlik sorununa el atmaktadır”. Descartes “düşünüyorum, öyleyse varım” söylemiyle felsefi temel de kendi ben’imize yönelimi gerçekleştiren ilk düşünürlerden biridir. “Ben bilgisini ve benliğin varlığını ispat etmeyi felsefesinin çıkış noktası yapan Descartes, ben bilgisinin tüm bilgilerimiz arasındaki en kesin bilgi olduğunu iddia etmiştir”. Ona göre her şeyden kuşku duyulsa dahi kendi ben’imizden kuşku duyamayız, çünkü bu kuşku dahi ben’imizin ve benlik algısının kesinliğini ortaya koyar. Yani benim kendi ben’im dışında bir ben olduğu söylemi Descartes felsefesinde etkin bir ben olarak karşımıza çıkmaktadır. Zihnin, tüm değişimin ve düşünsel sistemin farkında olduğu, bu farkındalık içerisinde onu ayırdığı ve benlik algısının değişemezliğinin bilincinde bir yöntemsel söylem olarak işlev gördüğü anlaşılmaktadır. Sartre’de ise; ben’in edilgin bir yapıda olduğu, transandantal bir boyuta taşındığı çözümlenmektedir. “Bu transandantal alan bir mutlak varoluş alanıdır, yani hiçbir zaman nesne olmayan ve var olmaya kendi kendine karar veren saf kendiliğindenlikler alanıdır”. Sartre felsefesinde başkası görünümündeki ben ile özne olan ben arasında uyumlu bir ilişki yoktur. Her iki ben’den birinin özne durumundan nesne durumuna geçmesi söz konusudur ve bu ilişki arasında bir uyuşmazlık, çatışma vardır.

Modern felsefeye göre, tamamlanması gereken ben, ben’in dışındaki bir varlık olarak ben ile örtüştüğünde bilince taşınır. Foucault, modern düşünceyi; “insanı, kendi özü ile uyuşturarak, yabancılaşmasından kurtarma ve bilinç dışının üzerindeki örtüyü kaldırma yasasının işletilmesi” olarak yorumlar. İnsanın kendi özü ile uyuşması, kendi ben’inin yanında onun varoluşsal karşılığı olan ben’ine de uyumlu yaklaşması anlamını taşır. Öyleyse modern felsefe öteki’ni dışlamak yerine onun iktidarını bile onaylayan bir tutum sergilemiştir ve başkasılık kavramı, öteki kavramına evrilmiştir.

Georges Izambard

Arthur Rimbaud’un Georges Izambard’a yazdığı 13 Mayıs 1871 tarihli Kahin’in Mektubu isimli mektubunda geçmektedir “Ben bir başkasıdır” söylemi. Mektubun devamından da anlaşıldığı gibi ona göre bütün özneler, bütün ben’ler bir başkasıdır. Başkası ise Rimbaud’a göre, gene kendisinden başkası değildir. Sözü edilen başka bir ben olarak ya da yansıması olan bir ben’le bütünleşen, bir başka ben’dir. Kendini bir başkasının yerinde varsayan ben, geleneksel felsefi söylemlerin dışına çıkarak Sartre ve Descartes düşünce sistemlerinde incelenen benlik algısından ayrılır. Geleneksel şiir anlayışını yıkarak öznel bir yaklaşım geliştiren bir şair olarak Rimbaud’un düşünce sistemi “duyu” kavramı üzerinde şekillenir. Duyu; “acının, sevginin, çılgınlığın bütün biçimlerinde kendini aramaktır. Yani şair ancak bu yaşamsal ve deneyimsel biçimleri deşerek, yenilerini bularak bilinmezi bilinir, görünmezi görünür kılar”. Bu düşünsel deşme eylemi duyuların birbirine girmesi ve bu yolla zenginleşmesi, üstün bir yoğunluk kazanması anlamını içinde taşır. Rimbaud şeylerin anlamını metinde sözcüklerle değil, yaşamda, yaşamın görünümlerinde arar ve bu nedenle nesneleri algılayan beş duyunun zorlanmasının gerekliliğini ve bu beş duyunun algı alanları arasında bir tür eş duyum ilişkisinin olmasını önerir. O zaman insanın duyuları zenginleşecek ve yeni anlam alanları açılacaktır. Böylece insan kolaylıkla bir başkası haline gelebilir, evrensel bir ben’den, öznel bir gerçeklik olarak ben’e dönebilir. Bu da ona, şeyler karşısında bir üstünlük, Rimbaud için ise kelimeler ve geleneksel şiir karşısında bir özgürlük olanağı tanımaktadır. Son olarak Rimbaud’un bir şiiriyle yazıyı sonlandırabiliriz,

Mavi yaz akşamlarında, özgür, gezeceğim,

Ayaklarımın altında nemli, serin kırlar;

Başakları devşirip otları ezeceğim,

Yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgar.

Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen düş

Ve yüreğimde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,

Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş

Doğada, -bir kadınla birlikte gibi mutlu.

 

 

Yazan:

Ömer Yücedal