Amaç insanları sadece şaşırtmak değil biraz eğlendirmek, biraz da germek olmalı… nesneleri tanımak, insanların iç dünyalarına girmek, hayatı kapıp koy vermeden nasıl yaşanıyormuş anlamak, mutluluğa, ruhsal doygunluğa nasıl ulaşılıyor görmek… zevkleri olduğu kadar acıları da tanımak, yaşam mücadelesinde insan olmanın gereklerini keşfetmek… İşte böylece yepyeni bir dünyaya adım atılır, keşif süreci başlar.
Anlatılan hikâye çok fazla gerçeğe dayanmamalı, çok fazla uydurma da olmamalı. Yani düşünün; bir günümüzü nasıl yaşıyoruz? Hiçbirimizin hayatı her gün çok şaşırtıcı olaylarla, korkunç şeylerle yahut acayip, fantastik durumlarla geçmiyor. Evden çıkıyor işe veya okula gidiyorsunuz. Belki yolda bir kaza görürsünüz, ya da birbiriyle tartışan insanlar. Bu da her zaman olmaz. Onun yerine sıkışıklık, bir sürü koşturan insan. İşte o anda insana düş gerekir, gerçekliği de böyle işin içine düş katarak yorumlamak gerekir.
Mesela insanları çok heyecanlandıracağını vaat eden, ilk elden bunu satan kitaplar ne kabadır. Bakın şimdi: İşin içinde işler var. İş ölüyü öldürmek, âşığı âşık etmek, bir intikama doğru koşturmak değildir. İşin içinde işler olmalı.
Bakıldığında insanın yaşamı zaten olağanüstüdür. Bunu ayrıca olağanüstülükle bezeyeceğim diye uğraşmak iş değildir. Ben sorular sorarım. Cevaplar karşıma çıkar. Ya tam çözülmüş olarak ya da çözümü ima ederek. İşte bir romancının işi de bir soruyu yahut bir olayı çözmek değil, çözümü ima etmektir. En güzeli budur.
“Roman bir anlatı sanatıdır.”
Bir biyografi değildir; kişinin başka kişinin hayatını anlattığı.
Bir otobiyografi değildir; kişinin kendi hayatını anlattığı.
Roman bir kurmaca anlatıdır. Yani anlatan kişi anlattığı şeyi, hikâyeyi, karakterleri ve dünyayı yeniden kurar.
Bu kurmaca evreni dünyamıza benzer, kişiler bize benzer.
Yağmur, güneş, ıslık, rüzgâr, su, ev, toprak, akıl, teknoloji ve daha binlercesi.
Hayatın içinde olmayan bilmediğimiz, duymadığımız, aşina olmadığımız hiçbir şey yoktur romanda.
Hatta uzaydan bahsederken bile sanki o uzayın içindeymişiz gibi, türlü yaratıklarla zaten karşılaşmışız gibi bir his uyandırır bizde.
Roman sanatında anlatıcı kişi:
1. ya her şeyi (bütün olayı, kişileri ve hayatlarını, gelmişini geçmişini her şeyi, iç sesi, duygularını, düşüncelerini) bilen anlatıcıdır — kısaca Tanrı Gözü diyelim biz buna,
2. ya olayın, o hayatın içinde yer alan bizzat karakterin kendisidir,
3. veya yine olayların içinde yahut yakınında yer alan ama bizzat dahil olmadan sadece gözetleyen anlatıcıdır.
Sonuç itibariyle bu anlatım tarzlarından hangisi olursa olsun bir kişi adılı seçilmek zorundadır.
Birincisinde zaten üçüncü kişi anlatımı benimsenir,
ikincisinde birinci kişi; ben,
üçüncüsünde de yine, o; üçüncü kişi.
Bu durumda asıl dikkat edilmesi gereken hangi biçimin anlatıya daha uygun düşeceğini belirlemektir.
Bir de kamera gözü var: Bu da sadece bir kameranın objektifine takılan görüntüler gibi gördüğü her şeyi sadece aktaran, bize anlatırken asla duygu ve yorum katmayan anlatı tekniğidir. Burada da üçüncü tekil kişi kullanılır.
Romanı diğer türlerden ayıran şey, onun bir meselesi olmasıdır. Rastgele bir anlatım, bir şeyi hikâye etmek veya bir karakterler çöplüğü oluşturmak iş değildir, roman değildir.
Adı üstünde kurmacadır.
Hayattan işine gelen yanları alır ve kullanır.
Ne eksik ne fazla.
Gerçekçi olmak zorundadır, gerçek değil.
Fantastik bir öykü anlatırken bile, bize gerçekçiliğin aynasından yansıyan görüntüsünü vermelidir.
Odak noktasında, merkezinde; romanın anlamaya çalıştığı, çözmeye uğraştığı bir şey vardır.
Bu şey bizim hayatla karşı karşıya kalışımız, kaçacak noktamızın olmaması, savaş, aşk, para gibi konulardır.
Sonuçta hayatı devam ettirmek; bir yerinden yakalamak, bittiğini düşündüğün anda bile yeni bir umut ışığı beklemekle olur.
Bir şeyler olup bitiyorken aslında olan başka şeydir: Roman bunun ispatıdır.