Yazıyı okumaya başlamadan önce, Balat sokaklarında ya da evlerinin önünde boy boy fotoğraf çekildiyseniz bu yazı size biraz eleştiri yazısı gibi gelebilir. Gezi yazısı derecesi ise ‘olmak ya da olmamak’ arasında!
Günlerden cumartesi, aylardan mart, hava 20 derece, rotada Balat… Neden rotada Balat? En az yirmi yıldır İstanbul’da olup da gidilmemiş ve gidilse de kaldırım dilini çözmek için daha çok gidilmesi gereken bir yer olduğunu düşündüğüm için Balat.
Gitmeden önce kısa bir tarihi araştırma yaptım. Ayvansaray ile Fener arasında bulunan Balat, ismini Rumca’da saray anlamına gelen ‘palation’ kelimesinden aldığı düşünülmektedir. Bizans Dönemi’nden itibaren birçok din ve kültüre ev sahipliği yapan Balat’ın hâlâ devam eden bir kozmopolit yapısı var. Balat’ta bulunan Ahrida Sinagogu, Özel Fener Rum Lisesi (Kırmızı Lise), Surp Hreşdagabed Ermeni Kilisesi, Moğalların Meryem’i Kilisesi gibi yapılar bu kozmopolit yapının da tarihsel kanıtları.
Toplu taşıma ile oldukça kolay gidilen bir konumda ama siz son dakika kendi aracınızla gitmek isterseniz Balat’ın merkez noktalarından biri olan Tevkii Câfer Camii’nin karşısında bir otopark mevcut. Bu bahsettiğim yerden Haliç bile gözüküyor yani buradan Balat’ın ‘hipster’ kahvehanelerine yokuş aşağı rahatça inebilirsiniz. Tabii her inişin bir çıkışı var.
Eğer yürürseniz 10. dakikada fotoğraf çekilen insanlara takılıyorsunuz ve poz vermelerinin bitmesini bekliyorsunuz. Yürümeye devam etmeye başladıktan sonra kendinizi kaybolmaya bırakıp biraz kalabalıktan uzaklaşınca cumbalı evlerin ruhunu biraz da olsa hissetmeye başlıyorsunuz. Her birinin kendine özgü detayı sessizliklerinde gizli; kimisi emekliye ayrılmış kedilere bakıyor, kimisi hâlâ Balatlılara ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Giderek grileşen İstanbul’a kıyasla, burda renkler hâlâ sönmemiş; her bir köşe, her bir pencere capcanlı boyanmış. Tabi bu ahengin içinde cumba kısımları çökenleri, eğilenleri de fark ediyorsunuz. İçinizden şunu geçiriyorsunuz: “Şu duvarların dili olsa da konuşsa…”, “Kim bilir kimler yaşadı bu evde…”, “Elli yıl önce nasıl da sessizdi buralar…” Derken yine fotoğraf çekilenler ve yine ‘dışarıda’ kalanlar… Evet dışarıda kalanlar çünkü -bir yerin ruhunu anlama edebiyatını hadi geçtik diyelim- yaptıkları şeyin adı yapmacıklık. Parçası olmaya tenezzül etmeyecekleri şeylere hayranca bakmaları, koca tarihi ‘moda blogları’nda etiketlemeleri ve bunu ulu orta bir toplumun yaşam alanı içerisinde yapmaları bana kalırsa büyük bir riyakarlık. İkinci bir yapmacıklık ise –eklenmezse olmaz- ‘coffeeshop’lar. Gerçekten mi? Gelişen kreatif endüstrileri bir yere kadar Karaköy çok güzel işledi, belki Dolapdere de ama Balat’ta diğerlerine nazaran çok büyük bir yaşam alanı var. Mesela iki ev arasına gerilmiş iplerden çamaşır çeken bir kadın, sokak arasında top oynayan çocuklar, ona şipşak buna şipşak… Dürüst olun size de gına gelirdi sözde fotoğrafçılardan, değil mi? Sözün kısası bence Balat çok daha iyi bir samimiyeti ve yaşam alanlarına saygıyı hakediyor.