”Bu kedi kadar yalnızım, çok daha yalnızım çünkü ben bunu biliyorum ama o bilmiyor.’’
Julio Cortazar Banfield’da kedilerle köpeklerin tatlı atışmalarına, muhabbet kuşlarının eşlik ettiği geniş bahçeli bir evde, babasının altı yaşındayken terk edişinin üzerine; annesi, kız kardeşleri ve teyzesi ile birlikte aynı evde büyüdü. Terk edilişinin avuntusunu satır aralarında arayan Cortazar, annesinin aşıladığı Jules Verne sevgisi ile sekiz yaşında yazım hayatına başladı.
Hayatı boyunca birçok sorunla baş etmek zorunda kalan Cortazar’ın en güç sorunu sağlığıyla ilgili yaşadığı, yetişkinlerde büyüme hormonu fazlalığına bağlı olarak gelişen bir hastalık olan akromegaliydi. Hastalık Cortazar’ın durdurulamaz şekilde büyümesine sebep olurken, daha yavaş yaşlanmasına yol açıyordu. Bu nedenle 70 yaşında, son nefesini verdiğinde boyu 2,14 metre idi.
‘’Müzik beni zamanın dışına çıkarıyordu. Eğer gerçekten ne düşündüğümü bilmek istersen, sanırım müzik beni zamanın içine koyuyordu. Ama bu durumda şuna inanmak gerekiyor ki bu zamanın şeyle… Tabiri caizse bizimle hiçbir alakası yok.’’
Küba Devriminin yakın tanıklarından olan Cortazar için müziğin caz hali, muğlak yaşamdan gerçek bir kaçış yoluydu. Küçük burjuvanın bireyci sanrılarına fon olan cazın efsunlu enstrüman soloları, tekdüze bir melodi akışı içerisinde bile kulaklara içli bir çığlık olarak dolmuştu çoğu zaman. Üstelik gerçek bir enternasyonalist olan Cortazar devrimci ruhunu şu sözlerle betimler; “Çıplak ve yepyeni, gerçek olana, yaşanası olana yapışık / Yüz binlerce ağızdan yükselen” Kim bilir belki de caz da bulduğu bu çarpıcı hissiyat, içinde kopan devrimci fırtınanın bir yansımasıydı…
“Edebiyat soru sormak için, rahatsız etmek için, zekâmızı ve duyarlılığımızı gerçeğe ilişkin yeni bakış açılarına açmak için vardır.”
Kişisel hayatında yeknesak durumlardan haz etmeyen J. Cortazar, edebi yönüyle de bu özelliğini sürdürmeye devam etti. Fantastik olanın monotonluktan sıyrılarak, kendisine ayrı bir dünya bahşettiğini ve bu durumun hayal gücünün hamurunu oluşturduğunu savundu. İçinde bulunduğu bu vaziyetin büyüsünü şu şekilde ifade eder: ‘’ Kendim için yazmayı seviyorum ben. Bitirdiğimde haz anından sonra bir erkeğin yana kayışı gibi oluyor, hani uyku bastırır, ertesi gün bambaşka şeyler tıkırdatır pencerenizi… Yazmak bence bu!’’
Rüyasında gördüklerini kâğıt üzerinde somutlaştırarak, gerçeklerle iç içe geçen bir boyutta yaşamayı severdi daima. İlk ve en sevilen öykülerinden biri olan “House Taken Over” aslında gördüğü bir kâbustu. Ona ilham olan konular, genellikle insanların gündelik yaşamlarının içinde saklı duran, su yüzüne çıkarılmaya gerek duyulmayan; korkular, hüzünler, tutkular ve meraklardı. Dokunamadığınız, dokunmaktan kaygı duyduğunuz ne varsa, Cortazar’ın satır aralarında rastlamanız çok muhtemel bir durumdu. Çünkü onun için temel olan şey, gerçekliğin sarsıcı yüzünden başka bir şey değildi.
Verdiği bir röportajda çocukluğundan beri var olan yazım sürecinden şu şekilde söz eder; ‘’Sınıf arkadaşlarımın çoğunda fantastik duyusu yoktu. Her şeyi olduğu gibi kabulleniyorlardı… Bu bir bitkidir, şu bir koltuktur. Ama benim için, nesnelerin o tanımları yeterli değildi. Annem, ki hâlâ hayatta, hayal gücü kuvvetli bir kadındır; beni her zaman teşvik etti bu konuda. ‘Hayır, böyle olmaz; ciddi olmalısın,’ demek yerine hayal gücümü kullandığım için memnundu.’’
‘’İnsanı, besinini yakalamak için uzattığı yalancı ayaklarıyla bir amip gibi düşünüyorum da, kısa uzantılar var, uzunları var, devinimler, dönmeler gerisin geri kıvrılmalar. Bir gün gelir yerleşik biçimi alır (olgunluk buna derler, olmuş insan). Bir yönde fazlaca ileri gider ama öte yanda, iki adım ötesindeki lambayı görmez.’’
Hayatının hangi anında olursa olsun, iki adım ötesindeki lambayı görebilenler bu dünyada iz bırakmıştır hiç kuşkusuz. Kan kanseri olması sebebiyle hayatını kaybeden Julıo Cortazar hakkında Pablo Neruda, Cortazar edebiyatından şöyle bahseder; “Hiçbir yapıtını okumamış olmak, ömür boyu şeftali yememiş olmak gibi bir şeydir.”