Öykü: Paydos – Karaköy Mono

Arkadaşları arasında çok popülerdi. O yüzden de dur durak bilmezdi. Hep değiştirirdi. Araba mı, dedin al sana son modeli. Cep telefonu mu, en akıllısı. Bilgisayar zaten en iyisi, en yenisi. Onlarla o derece bütünleşmişti ki, bırak onlarsız bir yere gitmeyi, ne yanından ayırırdı ne yatağından. Tuvalette rahatlayacak, ama onlarsız ne mümkün?

Uzak diyarlar, o uzak diyarlar tozu dumanı attırmak için vardı. Zira daha yeni piyasaya çıkmış arabasıyla devletin hiç üşenmeden halkına hizmet olsun diye yaptırdığı yollarda asfaltı ağlatana kadar dolaşması, köy yollarından ne randıman alacağını merak ederek yollarını uzatması artık işinin bir parçası olmuş, kapı baca demeden ne varsa girmek, nereye girerse orada ürününü satmak onun için bir eğlenceye dönüşmüştü. Tek rahatlama seansı olarak görürdü bu uzun yolculukları. Derken bir gün yine o ihtiyaç depreşti, iş yollara düşmeye kaldı.

Bunu bütün medya kanallarında, sosyal arkadaşlık ortamlarında her zamanki titizliğiyle paylaştı. Ondan yeni haberler, bir sürü yeni şeyler beklesinlerdi. Bunun için aslanlığı, yerinde duramazlığı ortaya neler çıkaracaktı neler? Resimler çekip paylaşıyor, çadırlar kurup yatıyordu. Ateş yakmışlığı bile vardı. Tek başına, alev alev fotoğraf paylaşımları… elindeki makine yaşadığı o anın bütün ruh halini, atmosferini verecek diye umuyordu. Bugüne kadar da hiç yanılmamıştı. O etki dalgası, beğeni sayısının artışlarından, ona hayran olup ne zaman, nerede bir daha ortaya çıkacak diye bekleyenlerin mesajlarından her haliyle belli oluyordu.

Üç saat gezen bir adamın en az üç saatte bu gezdiklerine zaman ayırması gerekir, derdi kendi kendine. Orda paylaşım, burda gösterim; herkese yetecek kadar olmalıydı bunlar. Binlerce insan ve bir sürü arkadaşı heyecan denilen mutluluk anlarında onu anmaktan geri duracak değillerdi ya? Satacak, satacak, hep satacak. Zafer onun, hep onun. İşte gösteri zamanı. Kimseye kaptırılacak yollar değildi bu yollar.

Ama arabası bozuldu ortalık yerde kaldı. Issız, etrafı alabildiğine sarışın otlardan oluşan bir düzlük… o an sarıldı telefonuna, çıkardı bilgisayarını; bütün teknolojik imkanlar sıfırdı… nasıl olurdu? Arabadan da bir duman yükseliyor, kime soracak şimdi bilemiyor.

Çıktı arabasından, kaputu açtı, öylece bıraktı. Sıkıldığını hissetti ve bir sigara yaktı. Saati öğleni gösteriyordu. Biraz etrafa göz gezdirdi, telefonu bir daha yokladı. İnternet zaten yok, telefon da çekmiyor. Burası dağın başı herhalde, dedi içinden. Daha önce geçmemiş miydim ben buradan? Hatırlayamadı düzlüğü. Çok benzer yerler. Neresi kim bilir?

Bir köye doğru yola koyuldu; gidilecek en yakın yeri araştırırken… saat ikindi sularıydı bir adama rastladı. Daha kim olduğunu sormadan neden burada internet çekmiyor, telefonlar çalışmıyor diye çıkıştı… adam da sen kimsin hemşerim, dedi… o da sana ne benim kim olduğumdan, soruma cevap ver diye karşılık verdi… ve dayağı yedi… hem de ne dayak… çünkü soru sorduğu adam, eşek sudan gelinceye kadar dövdü onu.

Köylü de bir günah işlemiş gibi hissetti kendini ama nafile. Olan oldu. Zırt pırt ortaya çıkıp ne sorduğunu ne soracağını bilmeyen adamlara az bile diyordu olay yerinden uzaklaşırken. Bir daha ki sefere olsun yine döverim. Ununu öğütmüş evinin yolunu tutmuştu. Bir de kahveye uğrayıp hal hatır soracaktı. Kimseye de olaydan bahsetmeyecekti. Bir şey mir şey olur, ondan bilmesinler.

Bazen kolayca öğütülür unlar, kolayca bulunur yollar, ama bunların hiç kolay olmadığı zamanlar da vardır. Öyle böyle sabah oldu ve bir köpek o kanlı yüzü yaladı. Kendine gelmeye çalışan yüz kıpırdıyor, gözlerini kırpıştırıyor, uyanmak isteyip uyanamayan lise öğrencisi gibi debeleniyordu. Köpek de ne olacağını bilen eski dervişler gibi tatlı tatlı işine devam ediyordu. En sevdiği şey bir insana sokulmak, onunla kırlarda dolanmak, birisi bir ıslık çalsa da havalara uçsam diye hayaller kurmaktı.

İki hayalden biri üstün geldi. Uykucu herif bir de baktı sabah olmuş, bir köpek onu bulmuş yüzünü yalıyor, uyanması için uğraşıyor da uğraşıyor. Hadi ordan pis köpek!

Aklına bir şey geldi. Kovmadı köpeği. Hiç de korkutucu, ona zarar vermek isteyen bir hali yoktu. Eğlenmek isteyen, heyecanlı bir canlıydı şu an.

Köpeğin sevimliliği adamı kendine getirdi, doğrulup otururken başını okşadı, yerden bir çomak bulup uzaklara attı, köpek onu buldu getirdi ve dili beş karış havada soluyarak yeni atışını bekledi. Adam yeni atış yapmadı!

Sonra sanki onu anlamış gibi ileriye doğru yola sıçradı, biraz koşturdu, durdu: Hav! Hav! Geri geldi, aynı koşuyu tekrar yaptı, durdu: Hav! Hav!

Artık buradan bir anlam çıkartması gereken adamdı. Yüzünü, gözünü, başını ovarken ne olduğunu da hatırlamaya çalışıyor, güneşin daha yeni hissettiği ısısını dünya varmış hisleriyle karşılıyor, bir an önce buradan uzaklaşmalıyım düşüncesi gittikçe ağır basıyordu.

Ayağa kalktı. Köpek onu bir yerlere çekiyordu. Hem gitse bir an önce gitse daha iyiydi. Çünkü başka köylüler gelip adamı marizlemesinler!

Köpekle yolda yürürken haline güldü. Ne işler açıyorum başıma diye söylendi ve köpekle birlikte durdu. Bir dere kenarı. Etrafı daha bir yeşil. Hiç fark etmemiş. Köy yolundan çıkmışlar ara bir yola, ancak iki adamın geçişebileceği bir yola girmişlerdi. O yolun kenarında mola verdiler. Elini yüzünü yıkadı, kanlar akıp gitti dereyle. Biraz da acısı, ağrısı vardı. Yediği dayak üzerine düşünmek istemedi ama.

İyice içti sudan. Suyu ilk defa görüyor gibiydi. Bunu köpeğin bakışından anlıyordu. Çünkü o çoktan suyunu içmiş yolun ortasında, kuyruğu havada ona dikkatli dikkatli bakıyordu. Arada kafasını yere eğip kaldırıyor, sanki hiç mi su görmedin diye söyleniyordu. İlk işi köpeğin başını okşamak oldu!

Köpek daha hareketsiz uysalken etrafına bakındı. Acaba? Biraz yolun kenarlarını araştırması ne kaybettirirdi ona. Hazır suyu bulmuşlardı. Bu konuyu düşüncelerini okumuş gibi atılıp geri gelmesi bir olan köpek çözdü. O çözüm bir tenekeydi. Paslı ama olsun!

Eski, yandan delik iş görür bir tenekeydi. Aldığı kadarıyla suyla doldurdu. Ağzını biraz eğdi tutabilmek için. Onun kafasında hep arabaya gitmek vardı. Su işe yarayacak diye umuyordu. Dökmeden ve hızlıca ulaşabilirse neler yaşadıklarını da herkese haberdar etmek için çok geç kalmamış olacaktı. Hesabına göre varmış olmalıydılar. Ama neye göre hesap yapmıştı kim bilir? Sadece şu ilginç gelmişti: Su dolu tenekeyle yürürken köpek bu sefer arkasında yürüyordu. Sanki özellikle önüne geçmiyor, hatta belli bir mesafeyi de koruyor ve onu aşmıyordu. Hiç eğleniyor, bu yürüyüşten zevk alıyor gibi bir hali yoktu köpeğin. Sonunda yolun bittiği yer, arabasını bıraktığı yol kenarı, o sarışın düzlük değil bir ormanın hem de kocaman bir çam ormanının önüydü. İşte şimdi hapı yuttuk!

Geri döndü. O an her şeyi unuttu ve yürüdü. Başladığı yer önemliydi. Her şeyi göze alıp tekrar oraya gidecek, ya soracak ya da yeniden hesap yapacaktı. Bir süre yalnız kat etti yolu. Köpek yoktu yanında. Aklı yeniden başına geldi. Köpek yok! Nasıl olur? Nereye kayboldu bu hayvan? Yalnızlık ürpertti derisini. Bir korku dalgası yayıldı tüm bedenine. Köpeği bulması gerektiğini düşündü. Yolu bir o biliyordu içlerinde. Oradaydı işte! Yerinden hiç kımıldamamış duruyordu.

Bu ikinci karşılaşma adamda şaşkınlık yaratsa da köpeğin hiç bozuntuya vermemesi içini biraz rahatlattı. Ne de olsa hayvan, dedi. İç güdüleri daha sağlamdır. Bakalım ne yapacak?

Köpek önde ormanın içlerinde yol almaya başladılar. Tam bir çam ormanı ve her yer kozalak dolu. Bir tanesini alıp kırmayı deniyor ama önce yapamıyor. Onun yerine eline büyükçe bir taş alıp iyice vuruyor kozalağa. Nihayet içi açıldı. O kadar darbeye dayanamadı. Küçük bir yemiş çıktı içinden. Yemek için dilinin üstüne koyuyor. Ağzını kapatıyor, biraz bekliyor. Dişleriyle öğütüyor ve yiyor onu. Ama bu kadar küçük bir şey işe yarayacak gibi değil. İçtiği onca su karnını ağrıtmaya başlamıştı. Birazcık midesini doldurması gerekiyor. En az on tane kozalağı un ufak ediyor. O, yemek için durduğunda köpek bir süre yoluna devam etmiş kaybolmuştu. Şimdi yine karşısına çıkıyor. Hem de önemli bir keşif yapmışçasına heyecanlı, sabırsız. Kahramanımız da bu sinyali alıyor ve kozalak katliamına bir son veriyor. Zaten azıcık kalori için harcadığı onca enerji değecek gibi değildi.

Köpekle yolculukları devam ediyor. Bir an adamın cebindeki telefon titreşiyor. Onu hissettiğinde aklı başına geliyor. Yere çöküyor. Telefonun tuşlarına hemen basamıyor. En güvendiği arkadaşı arıyor. Bakıyor iyice. Adı sanı, her şeyi telefonda görünüyor. Ve “Alo,” diyebiliyor en sonunda. Arkadaşı sesleniyor, hatta çıkışıyor:

Nerdesin ya? Kaç gündür bir şey paylaşmıyorsun. Merak ettik seni. Kesin başına bir iş geldi, dediler ya da kafayı yemiş bu çocuk. Sen o kadar takipçini mağdur etmeye, bekletmeye utanmıyor musun? Ayol hepsi de deli oldu. Az kalsın seni takip etmeyi bırakacaklardı!

Tamam, tamam sus! diyor. Lütfen sus! Bir saniye olsun beni dinle! Ben…

Telefon kapanıyor. Ses, görüntü, sıcaklık her şey gidiyor. Anında bütün umutları, hayalleri sönüyor.

Ne yaptım ben, diyor. Ne yaptım?

Sonra köpeğin ona sokulduğunu, sürtündüğünü içten mırıltılar çıkartarak teselli ettiğini anlıyor.

Telefonu kulağından alıyor, atacak oluyor ama atmıyor. Cebine koyuyor ve ayağa kalkıyor. Köpek önde o arkada ilerlemeye başlıyorlar…

 

*Bu öykü Muammer Kıranoğlu’nun Ereksiyonist (Paris Yayınları, 2016) kitabından alınmıştır.