Özgür ama yaralı çünkü sanatçı: İsmet Doğan – Karaköy Mono

Dünya Frida’yı hiç tükenmeden konuşurken, neden başarılı ressam kocası Diego bu denli az tanındı dersiniz? Sanatta başarının mutlak bir tarifi olmadığı gibi sanatçıların naif acılarının da kıyası olamaz elbet.
Lakin dünyadan anladığım kadarıyla; başarılı olmak için hazırlanmış bir mozaik pasta, bir yaraya merhem olması umuduyla hazırlanmış bir diğer mozaik pastanın lezzetli tadını hiçbir zaman unutturamaz.


Bu atölyeye ayak basan kimbilir kaçıncı otuzlar gençliğine güvenen çelimsiz ama meraklı bir kuştum. Dilimde sorular, aklımda korkular, gözümde arayışlar. Önce bir incele atölyeyi, hangi işimi beğeneceksin bakalım? Bu kadar eseriniz arasında bir tanesini beğenmek mi? Bu şekilde haddimi aşamam, lütfen.

(*karşılıklı sessiz bir gülümseme)

Sanatçı İsmet Doğan’ı size internette de bulabileceğiniz bilgilerle tanıtabilirim. Eğer talihsiz bir durum olarak; hala henüz tanımamışsanız tabii. 1957, Adıyaman doğumlu sanatçının eserlerinden ve hayatından bahsetmeyeceğim. Neticede bir sanat yazarı değilim, üstelik gazeteci de değilim. Yalnızca insanları, fotoğraflarını çekerek tanımaya çalışan bir fotoğrafçıyım.

Birkaç cümle sohbeti de kadrajın içine, taşırmadan, sanırım kolajlayabilirim:

Hiç pes ettiniz mi? Üretmekten vazgeçmekten bahsediyorum.

Bu coğrafyada sanat dediğimiz şeyi pratik etmek daha zor bir süreçten geçer. Dolayısıyla, bu sancılı süreç içinde dönem dönem bırakma halleri olabiliyor.1994-1996 yılları arasında çalışmak yerine başka bir proje ile ilgilendim. 1998’e dek süren bu geçiş döneminden sonra bir sergiye çalışmaya başlayınca hemen eski rutinime döndüm. Beşiktaş’ta küçük bir yerim vardı, orada sürekli olarak çalışmaya devam etmeye başladım.

Sanatın ve sanatçının kesintiye uğraması, uğratılması iki şekilde olabiliyor; birden evinizden atılabiliyorsunuz ya da ülkedeki sanat ortamının abject dediğimiz iğrençliğinden yorulmuş olabiliyorsunuz. Bu iki durum beni pes aşamasına birkaç kez getirdi. Ama sonra ve de zamanla, bu kesintilerin bana zaman ve enerji kaybına sebep olduğunu görünce, yola devam etmeye başladım. Çünkü, batılı anlamda da olan bir temel var: sanatta süreklilik.

Sürekli çalışmanız gerekiyor, bu devamlılık içinde sanatçı; haya- tı boyunca başka şeyler görmeye başlıyor. Elbette sanat pratiğinde kuramlar da var ama esas olanın devamlılık olduğunu söyleyebiliriz.

Bu kesintilerin daha çok sanat çevresinden kaynaklı olduğunu düşünüyor musunuz?

Farklı cemaatler ya da topluluklar gibi bölünmüş bir sanat çevresi var. Birbirlerine karşı gereksiz öfke dolu olan bu topluluklar, modernitenin parçalanmasına bir örnek gibi. Doktorum bu durumları pek düşünmememi, dert etmememi istedi. Çünkü size bahsederken bile midemdeki yaralar acıyor. Ben çok yaralıyım.

Neden bu ülkede kaldınız, sizi burada tutan şey ne?

“Melez Anlatılar” isimli kitabımda da yer alan 1990 yılında yapılmış bir söyleşide bu sorunuzla ilgili düşüncelerime değinmiştik. O yıl, Paris’ ten Türkiye’ ye dönme kararı almıştım çünkü.

Batıda olmak istemedim, ben burada olmak istedim. Beni gençliğimde çok etkileyen, neredeyse ölçüm ve realitem oluveren Ahmet Hamdi Tanpınar’ ın söylediği gibi “ben de buradan bakmak istedim.”

Şu an batıyı merkez alan trendy genç sanatçılara da hep dediğim şey bu; bir yeri merkez edinmek gerekiyor öncelikle. Batı merkez çok dominant, evet, ama yaşamsal olarak batı merkezli olup New York, Paris, Londra gibi yerlerde yaşamaya karşı çıkmışımdır.

Buraya ait olmak ve burada sanat üretmek, buranın ruhuyla etkileşim içine girmek., teorik olarak burayı merkez alıp, merkezi belirleyici kılmadan batıya ziyaretlerde bulunmak gerektiğine inanıyorum. Batı literatürüne girmeye çalışmayı de eleştiriyorum. Bu batı merkezli konu başlığıyla adeta kavgam olduğu için kendiliğinden şekillenerek bu ülkede kaldım sanırım. Zaten yine başka bir röportajda da belirtmiştim; Paris’ te yaşarken burayı özlüyordum ben.

“Hem yakınız, hem uzağız hatta tuhafız”

Sanat yapmak ve hayatı yaşamak arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?

Boşuna sanatçıya dengesiz demiyorlar! Yani aslında bir proleter, bir emekçi gibi sabah kalkıp çalışmaya başlıyorsunuz sanatçı olsanız da. Bir konsept belirleyip, yaratım sürecine giriyorsunuz mesela üstelik. Tüm dengesizliklere, netsizliklere, kurumsallaşma gibi kalıplara ben alışıyorum aslında ama bedenim alışmıyor. Dolayısıyla rahatsız olup reaksiyon verip, beni hastalıklarla rahatsız ediyor.

Batıya doğru gittikçe sanata, sanatçıya, sanat kurumlarına ince bir saygı gösterildiği ve değer verildiği klişesi büyük bir gerçek; burada olmamasından rahatsız olmuyorum aslında, beni asıl rahatsız eden şey; bir sergi açıyorsunuz; bunu değerlendirme mekanizmasının olmayışı sanatçının denge kurmasını zorlaştırıyor. Az önce bahsettiğim cemaatlerden, farklı toplulukların yarattığı kutuplaşmadan kaynaklanıyor bu problemler üstelik.

Eskiden, sizin doğduğunuz yıllarda (*1985) bir değerlendirme mekanizması vardı. Oysa şu an, burada, aynı şehirde, Istanbul’da olsa da sanki başka şehirlerde gibiyiz. Hem yakınız hem uzağız hatta tuhafız, yolda karşılaştığımızda bile tuhaf bir iletişim oluyor. Herkes birbirine çok yabancılaşmış, bence asıl dengesizlik bu ve ben bundan çok rahatsızım.

Sanırım kendinizi yalnız hissediyorsunuz?

Kendimi hiç çaresiz hissetmeyeceğim zannederdim ama çok çaresiz hissettiğim oluyor. Ve evet, yalnızım. Bağımsız ve özgür.

Yaptığınız için pişman olduğunuz eserleriniz oldu mu?

Oldu. Bütün sanatçıların da olur. Bir iki işimi sergiye verdikten sonra parçalamıştım mesela.

Satılmış olsaydı peki?

Satılan da oldu. Kalsaydı onu da parçalamış olacaktım. Sonrasında bu bir deneyim oldu bana ve tekrarlamadım. B azı işlerimi hala yok ediyorum.

Hatta zımparalayıp üstüne çalışıyorum. Bu önemli bir şey aslında. Sanatı çok yüce bir şey olarak görmemek lazım fakat bazı eserlerinize de hiç kıyamıyorsunuz.

Eseri bitirdiğinizi nasıl hissediyorsunuz?

Eser kendisi söylüyor bittiğini. Bazıları da hiç bitmiyor.

“Benim kararım ise kesindi; ben sanat yapmak istiyordum”

1982 yılında “Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü” kazanmışsınız, o dönem bu ödül sizi motive etmiş miydi? İsmiyle bile çok mühim bir ödülmüş çünkü.

Boğaziçi’nde bir yalı restorasyonunda çalışırken öğrenmiştim bu ödülü kazandığımı. Daha birçok ödül aldığım yarışma gibi bu yarışmaya da küçük atölyemin kirasını ödeyebilmek için katılmıştım.

Hem en demokratik jüri üyelerinin olması hem de ödülünün sanatta devamlılığıma katkı sunması beni heveslendirmişti, yarışma sonucunda anlamlı bir ödülün bana verilmiş olması da motive etmişti beni. Yarışmalar olmasaydı o dönem çok zorlanmıştık. Ailelerin yaklaşımı her zaman aynıydı, mesela dayım matbaacıydı ve gündüz onunla çalışmamı teklif ederdi bana. İş çıkışı akşam saatlerinde gidip resim yapabileceğimi söylerdi.

Benim kararım ise kesindi; ben sanat yapmak istiyordum. Ve bunun için ekonomik bağımsızlığımı kazanmam gerekiyordu. Beşiktaş’taki küçük atölyeme birçok şair, yazar, sanatçı geldi İlhan Berk, Murathan Mungan gibi. Öyle küçük bir yerde sanat yaparak yaşamama şaşırıyorlardı. Çünkü o döneme göre, sadece sanat yaparak yaşamak tuhaf karşılanıyordu. Mesela tanıdığım akademisyen sanatçılar, yaz oldu mu bir iki ay kapanır sergi hazırlar, kışın ise sergi açıp, akademisyenliğe devam ederlerdi. Oysa ben böyle parçalanarak yaşamak istemiyordum. Atölyede yaşarken illa sürekli resim yapmak da değil bahsettiğim, üretim devamlılığı; gazete, kitap okumak, bazen durup düşünmek bile iyi geliyor bana. Eleştirir gibi görünmek istemiyorum ama daha küratoryel bir sistem çıktı ve o yarışmalardan artık hiç kalmadı ülkede. Dolayısıyla hazmedilemiyor sanat, eserler belleğe tam geçmiyor. Sanat eleştirmenliği bile kangren gibi, yeterince samimi bile olamıyorlar.

*

Bir yandan sorularıma cevap verirken inceliyordum hareketlerini. Sağlık sorunundan ötürü sigarayı bırakalı birkaç gün olmuştu. Yine de kontrollü bir beden dili vardı. Ya da düşüncelerini aktarmak için dudak ya da el alışkanlığı ihtiyacı olmadı. Karşımda çok değerli bir sanatçı kendi hayatından bahsederken anlattıklarından başka bir şey düşünmedim. Bu günlük hayatımda çok nadir karşılaştığım bir zaman dilimiydi. Aynı anda on düşünceyle uğraşan beynim, başka hiçbir şey düşünmeden bir ressamın otoportresini inceler gibiydim çünkü.

Bir sorum daha kalmıştı, notlarıma baktım; “balık burcu olmamayı, kaba, zorba, duygusuz, sanatla alakasız, vicdansız biri olmayı hiç dilediniz mi?” Bu soruyu sormak belki iç çekmesine neden olacaktı. Hatta bence belki çok üzüldüğü ve hatta belki aynalara küstüğü anlarda diler gibi yapmış ama asla başka biri olmak istememişti. Sigarayı bırakması, huzurunu kaçıran sağlık sorunu ve daha birçok şeye rağmen; söyleşimi kabul etmesi, kamerama doğru güçlü bakışlarıyla zaten anlamıştım; İsmet Doğan, bu dünyada sanat yapmak için var. Ona iyi gelen şeyi doğru zamanda keşfetmiş ve uğruna mücadele etmişti.

Kendisine, kendimden pek bahsetmemiştim. Bu sebeple yaralı insanın halinden anlayabileceğimi tahmin etmiş miydi emin değildim.

Sakince sorularımı bitirip, teşekkür ettim.

İmzalayarak hediye ettiği kitabını çantama özenle koydum ve atölyeden küçük bir kız çocuğu gibi el sallayarak uzaklaştım.

Evime döndüğümde, televizyon karşısındaki yeşil koltuğa oturdum ve kitabın kapağını açtım.

“Sen de yaralısın” yazmıştı altını imzalayarak.

Koltukta uyumuşum. Sabaha karşı kalkıp televizyonu kapadım.