Algı Eke: “Ne oluyor? Ne yapıyorlar bize? Kimse hatırlamıyor…” – Karaköy Mono

Dünya prömiyerini Berlinale’de yapan ve South By Southwest’ten de ödülle dönen Kaygı filmi bu yılın en çok konuşulan yapıtlarından. Toplumsal hafızaya uygulanan manipülasyonun insanı nerelere sürükleyeceğini anlatan psikolojik-gerilim türündeki filmin başrol oyuncusu Algı Eke’yle konuştuk.


Fotoğraf: Dilan Bozyel

Unutmak, insanın en doğal zaaflarından biri. Ancak bizim topraklarda bu ‘huy’, uzun zamandır edilgen bir hale, yani ‘unutturulma’ya dönüştü ve sıradanlaşıp kılcal damarlarımıza kadar işleyerek mutlak işlevini yerine getirmeye devam etti. Toplum olarak da bu durumun önüne, her zaman her olayda olduğu gibi ‘bize özgü’ nitelemesini yerleştirerek mevzudan sıyrılma çabasını üzerimizden atamadık. Aslında kendimizden kaçmak için açtığımız bu tünele ket vurarak bizi dürtmek, en azından at gözlüklerimizi çıkarmamıza bir nebze yardımcı olmak için devreye giren sanatçılar sayesinde yarılanmış göz kapaklarımızı açma imkânı yakalayabiliyoruz. Yönetmen ve senarist Ceylan Özgün Çelik’in ilk uzun metraj filmi ‘Kaygı’ da bu konuya parmak basan son dönemin en iyi çalışmalarından biri. Başrollerinde Algı Eke, Özgür Çevik, Selen Uçer, Asiye Dinçsoy’un yer aldığı Kaygı, dünya prömiyerini Berlinale’de yaptı. Ayrıca South by Southwest Film Festivali’nden de kadın yönetmenlere verilen LUNA Gamechanger Ödülü’yle dönen film, ailesini bir kazada değil de farklı bir sebeple kaybetmiş olma ihtimalini takıntı haline getirerek yaşayan ve bu artık kendisi için kâbusa dönüşen Hasret karakteri üzerinden toplumsal hafıza, unutma ve unutturma gibi konulara değiniyor. Filmin başrol oyuncusu Algı Eke’yle filmin hikâyesini filmin anlattıkları üzerine konuştuk.


Ceylan Özgün Çelik’le yollarınız nasıl kesişti?

Ceylan’ın ‘Kaygı’sı üç senelik bir proje aslında. Bu üç sene boyunca Ceylan kapı kapı dolaşmış. Birçok yerden ret cevabı almış. En sonunda da bir yerle anlaşmış. Ben de o zaman ‘Galip Derviş’i yeni bitirmiştim ve tatildeydim. Ceylan da beni Galip Derviş’te görmüş. Bir arkadaşı da “Bu senin aradığın kız,” demiş. Filmdeki karakter de aslında Ceylan’ın kendisi ve zaten oradan yola çıktığı bir proje bu. Senaryo önüme geldiğinde özenle okudum. Çünkü öyle bir dosya yazmış ki hem uzun zamandır böyle bir senaryoyla karşılaşmamıştım hem de her şeyiyle ayrıntılı özenilmiş bir çalışmaydı. Onun gösterdiği özeni gösterip hemen okudum ve senaryoya âşık oldum. Hatta çok da kıskandım! İlk bir hafta sürekli iletişim halindeydik. O bana, ben ona sorular sordum. Sonrasında zaten iş benim için tamamdı.

Film senin üzerinizden yürüyor. Neredeyse tamamında sen varsın. Role nasıl hazırlandın?

Evet, yüzde 90’ı bende. Birkaç film izledim. Ceylan’ın önerdiği Polanski filmleri vardı. Bir de dediğim gibi Ceylan’ın hazırlığı çok acayipti. 7 sayfa karakter yazmış. Hatta ben bir ara esnek olamayacak mıyım diye korktum. Çok betimlemiş. Mimiklerine kadar yazmış. Sonrasında sürekli prova, oyuncularla ve Ceylan’la bir araya gelme şeklinde gelişti. Bir de filmde sürekli kameraya oynadım. O ayrı bir oyunculuk gerektiriyor. Benim için de yeni bir deneyimdi. Yani benim partnerim kameraydı.

Evet, direk seyirciye oynamışsın…

Kesinlikle. Bir düşünün; o efektlerin hiç birisi yoktu. Ben onların hepsini hayal ettim. Kendimi o atmosferin içinden hiç çıkartmamaya çalışarak oynadım. Bir oyuncunun karşısına her zaman çıkacak bir senaryo değil.

Film ‘unutmak’ ve ‘unutturmak’ üzerine kurulu. Nasıl bu kadar kolay unutur hale geldik sence?

Sistem! Benim filmde yapmak istediğim şuydu: Kıza acımayalım istedim. Hasret’e acımak değildi amacım. Bunu da başardığımı düşünüyorum. Bizim gibi düşünen insanlara şunu dedirtmek istedim: Ben de! Ben de böyle sıkıştım. Seyircinin kendisini karakterin yerine koymasını diledim. Unutuyoruz. Unutturuluyoruz. Bunun bin tane sebebi var. Filmde de gördüğünüz gibi sürekli manipüle ediliyoruz, popüler olanı değiştiriliyor, yalan yanlış haberler sunuluyor. Bu sadece bizim değil dünyanın sıkıntısı. Berlinale’ye gittiğimizde İtalyan bir gazeteci bana şunu söyledi: “Benim ailem dört kuşaktır gazeteci ve ben şu an işimi yapamıyorum. Çünkü hükümetin desteklemediği haberler yaparsam yayınlanmıyor!” Katliamlar unutturulmaya çalışılıyor. İşte Reina’daki saldırıyı düşün. Yılbaşında sevgilinle bir şeyler içmeye Reina’ya gidiyorsun ve adamlar silahlarla içeri girip katliam yapıyor. Herhangi bir filmde izlesek, “Çok abartmışlar,” deriz.

“Bir yere gidiyorsun, ikinci gidişinde AVM olmuş”

Hasret başta ‘kentsel dönüşüm’ olmak üzere unutturulmaya çalışılan birçok şeyle karşılaşıyor ve görmezden geliyor. Bu, konuştuğumuz meselenin sıradanlaştığının bir göstergesinin filmdeki anlatma çabası mı?

İlk uzun metrajını çeken yönetmenlerin düştüğü bir tuzak aslında bu. Birden her şeyi anlatmak istiyorlar. Çünkü doluyorsun. Bende de var o. Ceylan’la da konuştum çok şey var, nasıl anlatacaksın diye. O da bana anlattı ve anlattığı şeyi de yaptı. Senin de dediğin gibi biz bambaşka bir şekilde bir aile arama hikâyesinin peşinden gitmeye çalışırken şehirde sürekli karşılaştığımız inşaat sesleri, bunun insanın üzerindeki etkileri… Bir yere gidiyorsun, ikinci kez gittiğinde AVM olmuş. Ne oluyor? Bize ne yapıyorlar? Filmin açılışında var biliyorsun. Demirören AVM’nin yerinde ne var muhabbeti dönüyor? Kimse hatırlamıyor. Düşün, düşün, düşün kimse hatırlamıyor. Film birçok şeyi bir arada anlatmasına rağmen, amacından çok da sapmadığını düşünüyorum.

“Film bu haliyle daha anlamlı”

Filmin sonuyla ilgili olarak küçük ipuçları ve bazı metaforlar sayesinde fikir yürütme imkânı doğuyor. Ama yine de ‘acaba’ sorusuyla baş başa kalıyor seyirci…

Filmin içinde iki film var. Birincisi gerçekten psiko-gerilim. Hiçbir şeyle alakası olmadan böyle de izleyebilirsin. İkincisi de politik yönü.

Senin seçiminde hangisi ağır bastı peki?

Psiko-gerilim daha ağır bastı. Öyle bir şey deneyimlemek istiyordum. Hatta politik tarafı beni korkutuyordu çünkü gerçekten zor anlatması. Bir de açıkçası ben çok bilgi sahibi değildim. Okuyarak öğrendim yaşananları. Eleştirenler de olmuş sonunu oraya bağlamak gerekiyor muydu diye. Herkesin bakış açısı farklı elbette.

Orada bıraksaydınız ne çıkardı?

Güzel bir psiko-gerilim filmi çıkardı. Şimdi ise film bence daha anlamlı. Bana sorsan ikisi de olur.

Hasret iş hayatında da ‘unutulmuş’ biri olarak karşımıza çıkıyor. Gösterdiği davranışlar normal mi sence?

Normal herhalde. Kız o haber kanalında kendini resmen böcek gibi hissediyor. Amacımız da buydu. Hiç önemsiz, değersiz biri. Kendi kendine bir dünya kurmuşken birisi çıkıp, “Sen artık burada değilsin. Seni şuraya alıyoruz,” diyor. İşte bu yüzden kıza acımayalım dedim. Çünkü bunun acınacak bir durumu yok. İnsanlar zeki ve çalışkan bile olsalar bu duruma düşebiliyorlar. Senden üstte biri seni inanılmaz derecede sabote edebiliyor. Çünkü elinde böyle bir güç var. Bu durum da onu acınacak biri haline getirmiyor.

‘Kaygı’yla ilgili verdiğin röportajlardan birinde çok güzel bir başlık gördüm: “Komediden drama anlamlı geçiş.” Açıkçası biz de seni böyle bir filmde görmeyi düşünmüyorduk. Bu senin üzerinde nasıl bir etki yarattı?

Son bir –iki yıldır hayata şöyle bakıyorum: Zamanlama gerçekten çok önemli. Bazen bir şeyleri istemeye başlıyorsun. O istediklerin dilediğin zaman gerçekleşmiyor. Sen hemen istiyorsun. Ama hayatın ritmi öyle değil. Senin istediğin şey sonradan geliyor ve geldiği zamanlama çok doğru oluyor. Ben de komedi oynayan bir oyuncu olarak hep güzel bir dram gelse de oynasam diyordum. İşte “Doğru zamanda doğru yerde olmak” diye bir laf var ya; bu senaryo geldiği zaman kesinlikle bu senaryoda olmalıyım dedim.

Filmin açılışında çok aşina olduğumuz bir sosyal medya muhabbeti dönüyor. Senin bundaki duruşun ne? İlgilendiriyor mu seni sosyal medya?

İlgilendiriyor.

Neden?

Twitter ilk açıldığında çok hoşuma gitmişti. Paylaşmak istediğim şeyler vardı. Söylemek istediğim şeyler vardı. Instagram açıldığında dünyanın en güzel şeyiymiş dedim. Bütün sevdiğim aktörleri, aktrisleri takip edebiliyorum. Çok güzel fotoğraflar görüyorum. Fakat şu türden riskleri var sanırım: İnsanlar ilişkilerini burada yaşıyor. Bu beni rahatsız ediyor mesela. Bana ne senin sevgilinle nerede kahve içtiğinden? Siz kahve içtiğinizi görüntülemek ihtiyacı hissediyorsanız âşık olmayın! Geçende bir arkadaşım söyledi. Artık ‘selfi çekmek’ diye de bir hastalık varmış. Bunun dışında toplumsal bir meselede, bir fotoğraf paylaşıp altına da bir yorum yazdığında da vatandaşlık görevini yaptığını sanıyorsun. Ceylan’ın da filmde kullandığı eleştiri buydu. Ben de bu eleştirilere katılıyorum. Ama bu demek değil ki sosyal medyadan hoşlanmıyorum. Ben eğleniyorum açıkçası.

“Senaryo yazmaya başladım” 

Türkiye’de görsel anlamda, sinema dışında iyi işler yapılabilme ihtimali pek yüksek görünmüyor. Festival filmlerinden Kış Uykusu bildiğim kadarıyla en yüksek gişeyi elde etti. Bunun haricinde geçende konuştuğum bir yönetmen seyirci çekmek için festival ibarelerini kaldırdıklarını söyledi. Bu konuda ne düşünüyorsun?

Şöyle bir durum var: Sanat filmi diye bir şey ayırdılar ve bize aşırı sıkıcı filmler izlettiler. Çok sıkıldık onlardan. Kieslowski, “Sinema dünyayı değiştirmez. Dünyayı değiştirecek olanlar o filmleri izleyen insanlardır,” demiş. Sinema beni çocukluğumdan beri inanılmaz mutlu eden bir şey. Sor bana favori filmlerimden birini; ‘Nothing Hill’dir ve çok da tatlıdır. Bize şöyle bir şey empoze edildi: “Sanat filmi sıkıcıdır.” Adam omlet yapar, gerçekten yapar. Gerçek zamanlı sevişirler vs. Ben bunu seven birisi değilim. Bir sürü film çekiliyor. Aralarından seçelim. Sadece sinemada değil tiyatroda da aynı. Yıllardır aynı ses tonlarıyla oynan oyunlar izliyoruz. Adamın yurtdışına kurduğu sahnede yok yok. Her şey bu kadar gelişmişken sen hâlâ 1950’lerdeki gibi filmler çekemezsin.

Son olarak, yazıyorum demiştin. Neler yazıyorsun?

Üç arkadaş senaryo yazıyoruz. Arkadaşlık üzerine soft bir komedi yazdık. Şu anda satmaya çalışıyoruz. İstiyoruz ki internete satalım. İnterneti kurtarıcı bölge olarak gördüğüm için orayı desteklemek istiyorum. Onun dışında bir tane sinema filmi yazdım.


Röportaj: Burak Soyer