Meriç Demiray ile yeni çıkan romanı Kırmızı Bir Ölüm vesilesiyle edebiyat ve olgunlaşmak üzerine konuştuk.
“‘’Yüz yüze konuşmalar herkesin kendi konuşma sırasını beklediği monologlara; aile kurumu, anne, baba ve çocuğun kendi tabletine baktığı bir bekleme salonuna dönmüştü. Herkes kendi ülkesinin kralı ve kendi masalının kahramanıydı ama tebaa yoktu. Herkes bir rock star’dı ama seyirci yoktu.’’
(‘’Kırmızı Bir Ölüm’’, Meriç Demiray, s. 43)
Bugün senarist ve yazar Meriç Demiray’la birlikteyiz. İlk kitabı Rocky, Cohen ve Muhsin Bey’den Örneklerle Hayatım dan sonra yazdığı yeni romanı Kırmızı Bir Ölüm Hep Kitap’tan geçtiğimiz ay yayımlandı. Kitap bir yol romanı özelliği taşıyor ve bana kalırsa oldukça derinlikli ve incelikli bir anlatıma sahip, sürükleyici bir yol romanı.
‘’Oyuncular CV’lerini yüzlerinde taşır, başarısız bir iş yaparlarsa bunun bedelini ertesi gün sokakta öderler.’’
Emre Akaltın: Kahraman Odabaş karakterinin hayatıyla sizin hayatınız arasında nasıl paralellikler var? Bir romanda yazarın kendisinden tamamen soyutlanmış bir karakter yaratması sizce ne kadar mümkündür?
Meriç Demiray: Kahraman Odabaş karakteri bir oyuncu. Aynı sektördeyiz, ben senaristim. Böyle bir karakter yaratmayı, biraz oyunculuğun görselliğe namzet bir meslek olduğunu düşünerek, biraz oyuncu arkadaşlarımla ilgili anılarım biriktiğinden, biraz da aslında oyuncuların daha kırılgan insanlar olduğunu düşündüğüm için tercih ettim. Oyuncular CV’lerini yüzlerinde taşır, başarısız bir iş yaparlarsa bunun bedelini ertesi gün sokakta öderler. Üstelik bizde işlerin yüzde doksanı başarısızdır çünkü dizi süreleri uzamıştır. Dizilerde özellikle başarı oranı çok düşüktür. Oyuncuların CV’lerini bayrak gibi suratlarında taşıması durumu bana öyküye çok namzet geliyor ve biraz da dolaylı olarak bizim yaptığımız işi çağrıştırıyor. Bizim mesleğimizde de tam o kadar olmasa da devamlı insanların önüne koymamız gereken bir iş vardır: ‘’En son ne yaptın?’’ Yani mesela, önce ‘’hiç dizi izlemem,’’ der herkes. Sonra hangi diziyi izlediğini anlatır. Daha sonra senin yazdığın diziyi hatırlayamadıklarında ‘’aslında ben çok dizi izlemiyorum,’’ derler. Böyle patolojik bir durum var insanlarla bu mesleği yapanlar arasında. Oyunculuğun kendime yakınlığı konusuna gelirsek, bu meslek grubundan bir karakteri bizim mesleği en iyi anlatan şey olduğu için seçtim. Bana benziyor mu? İlk öykü kitabında olduğu kadar bana benzemiyor, biraz daha uzaklaştırdım karakteri kendimden. İlk kitabımda başarabilir miyim, başaramaz mıyım korkusuyla kendime aşırı yakın şeyler yazmıştım. Bu kitaptaysa daha önemlisi benden başkalarının da olması. Benim ana karakterde onaylamadığım şeyler de var. Karakterin bazı karanlık tarafları, kendine itiraf edemediği şeyler de var. Aslında bu biraz da biyografiden çıkıp edebiyata ilerlemek gibi bir cüret benim için. Bundan sonra bir şey yazarsam onda, birazcık daha uzak bir şeyler yazmayı düşünüyorum.
EA: Gerçekten başarı da burada aslında, edebiyatta ilerlemenin en önemli belirleyicilerinden bu nokta.
MD: Evet, ustalar öyle zaten. Mesela Orhan Pamuk’un yaptığı gibi bir cüceyi anlatmak… Bir cücenin bütün dünyasını görebiliyorsunuz.
‘’İnsanın kişisel mitoloji kurma gibi bir derdinin, ihtiyacının olduğunu düşünüyorum.’’
EA: Çocukluğunuzdan bu yana düşündüğünüzde, anlatı hayatınızda nasıl bir yer tutuyor?
MD: Bu konuyla ilgili şöyle bir sorunum var. Hangi konuda özel olduğumu ben çok kestiremiyorum. Çocukluğumda çok düşünürdüm desem başka insanların ne kadar düşünüp düşünmediğini biliyor olmam lazım, onların benden daha az düşünüyor olduğunu, daha az hikâye kuruyor olduğunu biliyor olmam lazım. Bunu hiç öğrenemediğim için, çocukluğumda özel bir çocuk muydum, diğer insanlara nazaran bu işi daha mı iyi yapıyordum, bunu iyi bilmiyorum. Ama başkalarının hikayeleri beni her zaman çok ilgilendirdi, heyecan verdi. Hatta insanın kişisel mitoloji kurma gibi bir derdinin, ihtiyacının da olduğunu düşünüyorum. Anneniz, babanız, doğduğunuz yer, oradaki insanların hikayeleri aslında sizin kimliğinizi oluşturuyor ve o kimlik sizi siz yapan şey oluyor. Belki de o yüzden insanların hikayeleri, kimsenin asla tanımayacağı abilerin, ablaların dramları, trajedileri, komedileri beni çok ilgilendirdi, heyecan verdi. Ufak tefek konuları işlemeye çalıştım. Yazma motivasyonumda bu çok ciddi rol oynuyor. Tanıdığım insanları bir şekilde ayakta tutmaya çalışma motivasyonu bu.
‘’Tam o noktada işte, kaçamadığın yerde olgunlaşmaya başlıyorsun.’’
EA: Anladığım kadarıyla Theo Angelopoulos’u seviyorsunuz. Kitabınızla Angelopoulos’un ‘’Puslu Manzaralar’’ adlı filmi arasında bir noktaya kadar tematik benzerlikle bulmak mümkün gibi geldi bana ve siz de bir babasınız sanıyorum. Sizin için baba olmak ne ifade ediyor, hayatınızda babanızın nasıl bir önemi var?
MD: Ben beş sene önce baba oldum. Hissettiğim çok net birkaç şey vardı. Önce insanlara sordum baba olmaktan mutlu musunuz diye, bir anket gibi bir şey yaptım. Pişman mısınız çocuğunuz olduğu için diye sordum, hepsi asla dedi. Çocuğun olması konusunda herkes çok net ama oradan sonra çok sonra çok büyük bir zorluğun başladığı bir gerçek. Hayatınız bambaşka bir yere gitmeye başlıyor çünkü. Ben sadece şunu çok öngörmemişim, baba olmayı çok ezbere düşünmüşüm, üzerine çok kafa yormamışım. Zaten olacak bir şeymiş gibi gelmişti. Baba olmayı düşünen arkadaşlara şimdi şunu söylüyorum: hiç çiçek büyüttün mü, kedi besledin mi, bir çocuğu parka götürdün mü? Kendi hayatıma baktığımda ben evlenene kadar bunların hiçbirini yapmamışım. Evlendikten sonra bir de çocuk evde olunca bir anda ‘ne oluyor?’ falan diye düşünüyorsun. Çünkü şöyle bir farkı var: -beni asıl panikleten kısmı oydu- kaçamıyorsun. Yani, problemleri o güne kadar şöyle çözdüm: kaçarak. Birini beğenmiyorsanız, posta atarsınız ve gidersiniz. Birini beğenmiyorsanız küfredersiniz ve gidersiniz. Kız arkadaşınızla probleminiz varsa da kapıyı çarparsınız ve gidersiniz. Bunda gidemiyorsun. Gece üç, içeriden bir ağlama sesi geliyor ve pencereden dışarı bakıyorsun ve ‘ben neredeyim, ne oluyor burada’ diyorsun. Tam o noktada işte, kaçamadığın yerde olgunlaşmaya başlıyorsun. Olgunlaşma meselesi tamamen kaçamamakla ilgili bir şey. Ama tabii ki en başa dönünce asla pişman değilim, çok büyük bir emek, duygusal yatırım ama çok da büyük bir dönüşü var. Bunu kaldırabiliyor olmak lazım.
‘’Kendi konfor alanından çıkmada, başka deneyimlerle buluşmada, o cesareti göstermede aslında bilgelik var.’’
EA: Kırmızı Bir Ölüm’de anlık bir kararla kendinden kaçmaya son veren ve çıktığı yolda kendi gerçekliğiyle yüzleşen Kahraman Odabaş’ın hikayesini okuyoruz. Bu noktada, sizce insanın en çok ‘kendisi’ olduğu yahut kendi varlığını ‘hissettiği’ durumlar plansız hareket ettiği durumlar mıdır?
MD: Orada içgüdüsel bir hareket var. Bazen bir şeyler taşar ve bir şey yapmaya başlarsın. Bu önceden tasarlanmış değildir. O olgunluğa artık ulaşmışsındır. Hayat seni oraya getirmiştir. Bir anda kendini bir şey yaparken bulursun. Bir yere giderken ya da bir kitapçıdan bir kitap alırken bulursun. Önceden karar vermeyle değil. Bence onun bisikletin pedallarını çevirmeye başlaması bununla ilgili bir şey. Ama geçen bir arkadaşım da bunu söyledi, bence çok doğru. Bu pedalları çevirdikçe kendini bulan bir adamın hikâyesi değil. Pedal çevirmenin kendisini doğru bulmaya başlayan bir adamın hikâyesi. Pedala her basışında bir bilgelik var. Yoksa onun karakteri götürdüğü yerde bulacağı bir şey yok. Kendi konfor alanından çıkmada, başka deneyimlerle buluşmada, o cesareti göstermede aslında bilgelik var. Bizim karakter onu keşfediyor. Ve sonunda da kendini bulmuyor, biliyorsun. Aslında gerçekten kendini yaşamış hissediyor. Damarlarında yaşamın heyecanını hissediyor.
EA: Sanki o finale kadar da bir ideolojik ya da fikri bir durum yokmuş gibi ama romanın sonunda o da tamamlanıyor.
MD: Tabii tabii. Benim senaryom filme çekildi bu sene, Martıların Efendisi. Onun da finali böyle. Bambaşka bir filmmiş gibi başlayıp sonunda politik bir finalle sonlanıyor. Herhalde o yapıları seviyorum. Yani tüm film boyunca onları anlatmaktansa finalde çat diye onunla kapatmak güzel olabiliyor.
‘’Her masada ‘çok kazık yedim insanlardan, artık kazık yemiyorum,’ diyen biri vardır.
Hayatım boyunca çok merak ettim bu kazık atan kim?’’
EA: Önemli bir nokta, ”İyi insan yoktur,” ”İyi insan sadece ölü insandır,” gibi bir ifade vardı romanda.
MD: Bir yerde günde 7 kere yalan söylediğimizi okudum. Demek ki ben yalan söylemeyen bir insanım demenin kendisi aslında yalancılık. Ve insanların kendilerine söylediği yalanlarla çok ilgileniyorum. İyilik de mesela bunlardan biri. ‘Ben çok iyi biriyim,’ -hayır iyi değilsin. İyilik bir kere kişiye has bir durum değil. İyilik duruma has bir sıfat. Yani duruma göre sen bazen iyisin, bazen kötü olmak zorunda kalabiliyorsun. Hatta bazen isteyerek de kötü olabiliyorsun. Sadece bunlarla yüzleşemiyorsun. Birisi mesela bizim bilinçaltımızın bir çöplük olduğunu söylemişti. Bizim gündelik hayatımızı idame ettirdiğimiz kısım çok büyük bir buzdağının ucu sadece. Buzdağıyla ilgili çok iddialı şeyler söylememek lazım. Bir gün sarhoşken, bir gün araba kullanırken öyle karanlık noktalarınızla yüzleşebiliyorsun ki…
Her masada ‘çok kazık yedim insanlardan, artık kazık yemiyorum,’ diyen biri vardır. Hayatım boyunca çok merak ettim bu kazık atan kim? Gerçek şu ki kazık atan sen kendinsin. Bazen insanlara kazık atmak durumunda kalıyorsun. Bunu başka şeylerle yumuşatmaya çalışıyorsun. Kendini öyle olmadığına ikna ediyorsun.
EA: Yani aslında bu sorunun devamını cevapladınız gibi geliyor. Olgunlaşmak ile ilgili olarak…
MD: Olgunlaşmak ile ilgili başka bir şey anlatayım mı?
EA: Tabii.
MD: Üniversiteden beri arkadaşım olan birinin bir rahatsızlığı için 2 sene önce psikiyatriste gittik. Çok ağır bir şey yaşıyordu beni de yanına aldı. Psikiyatristin karşısında biri 42 biri 45 yaşında iki adam… ‘Bakın,’ dedi psikiyatrist, ‘insanın hayatında dönemler vardır. Çocukluk, buluğ çağı, sonra da gençlik geliyor. Gençlik 25 yaşına kadar ama size 30 olsun. Ondan sonra yetişkinlik başlar. Yetişkinlikte artık şu durum yoktur: Ben 13 yaşındayken tacize uğradım, 6 yaşındayken babamdan dayak yedim. Tabii ki bunlar önemli şeyler ama onları yetişkin insan artık bunlarla yaşamaması gerektiğini bilir. Geçmiş denilen şey artık kişinin kontrol altında tutması gereken bir şeydir. Gelecek için de aynı şey geçerlidir. Gelecekte ne olacak diye çok takılmaz.’ ‘Gençlikle ilişkilendirilen carpe diem aslında yetişkinlikte olan bir şeydir. Yani yetişkin adam en özel ve yaşaması gerektiği şeyin bugünde olduğunu bilir,’ dedi. Biz de dinliyoruz böyle saçlar beyazlamış falan… Adam artık büyüyün, diyor bugünde olun. Geçmişe geleceğe çok takılmayın, diyor. Olgunlaşmanın tanımı tam olarak bu aslında.
‘’İnsan genetikten ve doğuştan gelen bazı özelliklerden oluşan bir yaratık değil.
Gerçekten sonradan öğrendiği ve doğru-yanlış dediği şeylerle biçimleniyor.’’
EA: Yazılan kitaplar, ‘’gidilen yollar’’ insanı olgunlaştırabilir mi? İnsan olgunlaşmak istiyorsa nasıl bir bilinçle yola çıkmalıdır?
MD: Ön kabuller konusu bu. Yani aslında bizim kendimizle ilgili kabullerimiz var. Mesela birinden sigarayı bırakmasını istesen ‘ben asla bırakamam,’ der ya da ‘trekkinge gidelim,’ dediğinde ‘ya ben asla dağa çıkamam,’ gibi kendimizle ilgili hayatı kolaylaştırmak için oluşturduğumuz ön kabuller var ve hemen hemen hepsi yanlış aslında. Çünkü insandan birçok şey olabiliyor. İnsandan gerçekten birçok şey olabiliyor. Nörobilim denilen şey varoluşçuluğun teorisine dönmeye başladı gibi geliyor bana. İnsan genetikten ve doğuştan gelen bazı özelliklerden oluşan bir yaratık değil. Gerçekten sonradan öğrendiği ve doğru ve yanlış dediği şeylerle biçimleniyor. O biçimleniş aslında insanın gerçek hapishanesini oluşturuyor. Yani sigarayı bırakamam dediğin anda 60 yaşında ölmeyi garantiliyorsun. ‘Ben uyandığım anda 5 sigara içmeden duramam,’ falan dediğin anda -işte- mezardasın yani. Artık kendi hayatına bir sınır koymuş oluyorsun. Yapamam-edemem gibi ifadeler olgunlaşma yoluna çıktığımızda en çok atmamız gereken ifadeler. Rahat olduğumuz alanın dışına çıkma cesareti bir adımla başlıyor. İki değil. Arkadaşların trekkinge giderken ‘ben de gideyim,’ demene bakıyor. İnsanın kendisiyle ilgili emin olduğu şeylerin sonuna soru işareti koyabilmesi lazım.
EA: Romanınızda Kahraman’ı anlatırken kullandığınız teknik biraz Hollywood filmlerindeki anlatım tekniğine benziyor. Yani izleyicinin ana karakterle özdeşim kurabilmesi için derinlikli bir anlatım ve ana karakterin ani ya da beklenilir bir şekilde ölümü. Kitabı yazarken hikâyenin sonu kafanızda en baştan net miydi? Biraz romanın yazım sürecinden bahsedebilir misiniz?
MD: Hollywood tekniği dediğimiz şey aslında insanlığın ortak birikimi. Yani Yunan dramasından gelen, trajediden gelen, hatta insanların mağaraların önünde birbirine anlattığı hikayelerden gelen bir teknik. Adam ava gider ve avda gördüklerini mağaradakilere anlatır. Kahramanın önüne çıkan engeller vardır. Ondan kurtulma motivasyonu vardır ve başına gelen beklenmedik olaylar vardır. Aslında dramanın bazı kuralları var. Olması gereken demeyeyim de… Temel olarak size gideceğiniz yolda yardımcı olan bir yol haritası vardır. Shakespeare’e baktığınızda da vardır, Dostoyevski’de de vardır. Dramanın doğası gereği… Yol hikayeleri de aslında dramanın en eski biçimidir. Yani kahraman yola çıkar ve yolda canavarlar görür. Sonunda kendi köyüne dönüşmüş olarak döner.
Senaristlikte öyküyü sondan başa doğru kurarız. Sinema filminin veya dizinin sonunu biliriz geriye doğru kurarız. Bu bizim gereksiz sahneleri atmamızı sağlar. Adam sonunda -atıyorum- aşkına kavuşacaksa demek ki bizim görevimiz bütün öykü boyunca onu aşkından ayrı tutmak ve başına beklenmedik şeylerin gelmesini sağlamak.
EA: Son belli olunca çatışmayı kurmak da daha kolay.
MD: Evet ve bir tema oluşturmak da daha kolay. Sonunda kavuşacaklarsa demek ki biz ayrılıkla ilgili bir hikâye anlatacağız ve insanlara bir mesaj vereceğiz. Ama edebiyatta öyle yapılmaması gerektiği şiarıyla yola çıktım ben. Kabaca, gitmek istediğim yolu belirleyip beni neyin heyecanlandırdığını… Aslında bence, edebiyatta ilk mesele -üretimle uzun süre uğraştığın için, örneğin benim romanımın yazılma süreci aralıklı olarak bir buçuk sene sürdü- bir şeyi yazmak için o işe uzun zamanlar ayırmak için gerçekten yazarını çok heyecanlandırıyor olması lazım.
EA: Ve ‘kendi yazdığım şeyi okumaktan keyif alır mıydım başkası yazsa’ gibi.
MD: Evet, hatta keşke ben böyle bir şey yazsaydım diyeceğin bir şeyle uğraşmalısın ki o motivasyonu kurabilesin. Bence birinci mesele bu. Hikâyenin sonunu bilmekten daha önemli olan şey bu. Ben o fikri buldum, o fikrin bir finali yoktu. Hatta yazarken yaptığım okumaların da etkisiyle romanım bir yere doğru gitti. Ve gerçekten istediğim bir yere gitti. Tema olarak bir şeyler kafama oturmuş olsa da final yüzde yüz belli değildi. Finali, -biz dalga geçerdik bu fikirle ama- karakter öyküsünü kendi yazdı. Çok da hoşuma gitti.
EA: Romanda müzik önemli bir yer tutuyor. Bach’tan Ezginin Günlüğü’ne kadar pek çok isim var. Sizi en çok beslemiş edebi-felsefi eserler, filmler ve müziklerden örnekler verebilir misiniz?
MD: O konuda çok iddialı görünmek istemem. Benim altını her noktada çizmeye çalıştığım kişi Orhan Pamuk. Nobel almış olsa da bu ülkede yeterince ciddiye alınmıyor. Hatta öfkeyle karşılandığını düşünüyorum. Benim arkadaşlarımla edebiyat tartışmalarımın yüzde ellisini Orhan Pamuk oluşturuyor. Çünkü bence çok büyük bir yazar. Bence yaşayan en büyük yazar olabilir. Benim çok sevdiğim bir dünyası var, o melankoli, karanlık ve gerçekten derlenmiş, toplanmış, tasarlanmış ve bir akışkanlığı olan cümleler. Bir edebiyat yapıtında arayabileceğin her şey var. Sona doğru geldikçe Pamuk’un kitapları daha da iyileşmeye başladı. Mesela bizde sebebini bilmediğimiz bir şekilde, özellikle erkek ve ‘sanatçı’ olanlar yaşlandıkça kötüleşir. Onun -aksine- son eserleri eskilerden daha iyi. Masumiyet Müzesi’nden itibaren başlayan süreç özellikle. Onun dışında pek çok farklı kişi var mesela.
EA: Kör Baykuş mesela, aklıma geldi…
MD: Evet… Ishiguro’yu da çok seviyorum, Murakami’yi aynı şekilde. Onlar da hep Japon kökenli ama Batı’da yazan yazarlar. Hatta onları biraz akraba olarak da görüyorum Orhan Pamuk’la. Paul Auster ayrıca… Sonra, Antoni Casas Ros’tan Enigma’yı önerebilirim, ilginç olabilir. Kim okursa okusun çok seveceği bir eser. Ve Türkiye’de çok tanınmayan henüz ikinci baskısı yapılmamış bir kitap bu ama İspanya’da çok tanınıyor. Şimdi aklıma ilk gelenler bunlar.
‘’Niye bir insan 17 yaşındayken
Ezginin Günlüğü ya da Grup Yorum dinlesin!’’
EA: Ya filmler ve müzik?
MD: Benim bir dünyam var. Belki biraz 12 Eylül ortamında büyümemle ilgili olarak oluşmuş bir dünya. Mesela Ezginin Günlüğü benim için çok önemli. Onların çeşitli dönemleri benim hayatımın çeşitli dönemleriyle örtüşüyor. Emin İgüs’ün olduğu birinci dönem, Hüsnü Arkan’ın olduğu ikinci dönem vesaire. Hatta şimdi Hüsnü Arkan’ın çıktığı üçüncü bir dönem de başladı. Şimdi de fena değil. 12 Eylül zamanında büyümek bizim için her şeyi melankolik yapıyor. Herhalde bir önceki kuşağın yaşadığı acılar tepemize binmiş gibi. Niye bir insan 17 yaşındayken Ezginin Günlüğü ya da Grup Yorum dinlesin! O melankolikliğin Ezginin Günlüğü karşılığı var işte, Orhan Pamuk karşılığı var. Sinemaya gelince de Angelopoulos, David Lynch, Kusturica gibi yönetmenler geliyor, filmlerinde ne kadar komedi unsurları olsa da ağır dramları işleyen. Bu bizim için bir avantaj mıydı, bize bir derinlik mi verdi yoksa hayatımızın içine mi etti, bilmiyorum. Bir önceki kuşağın acısı sirayet etti herhalde.
‘’Postmodern olma iddiasında değilim.
Belki öykülerin bazıları büyülü gerçekçiliğe kayabiliyor.’’
EA: Orhan Pamuk’tan bahsettikten sonra bu soru iyi olabilir. Romanınızı Kahraman Odabaş karakterinin karşılaştığı ve farkına vardığı şeyler bağlamında bir öykü kitabı gibi dokumuşsunuz. Buradan yola çıkarak, sizin için postmodern anlatı ne ifade ediyor? Kendi eserinizde geleneksel anlatıya uymadığını düşündüğünüz unsurlar var mı?
MD: O konuda da çok iddialı olduğumu söyleyemem. Benim asıl yapmaya çalıştığım şey iyi öykü anlatabilmek. Bunun için de bildik -ülkemizde çok da kullanılmayan- anlatı tekniklerini kullanıyor üzerine de kendi üslubumu oturtmaya çalışıyorum. Postmodern olma iddiasında değilim. Belki öykülerin bazıları büyülü gerçekçiliğe kayabiliyor. Büyülü gerçekçiliğe yaklaşan kısımları seviyorum. İki kere ikinin dört etmediği postmodern durumlar bana çok heyecan vermiyor. Devamlı öyküler olmasının sebebi onların bende birikmiş olması. Birikmenin aracılığıyla minik minik öyküleri romanın içine serpiştirmeyi düşündüm.
‘’Benimki bangır bangır dışarıdan öykü anlatan, başka bir üslup.’’
EA: Kırmızı Bir Ölüm’ü Ayhan Geçgin’in Son Adım romanına biraz benzettim. Onda da hayattan ve ilişkilerden umudunu kesmiş, ölgün bir karakter vardı. Sonunda Doğu’ya bir yolculuğa çıkıyordu ve köklerini araştırmaya çalışıyordu. Bu kitabı okumuş muydunuz? Bu benzerlik hakkında ne düşünüyorsunuz?
MD: Geçgin’inki de bir yol hikâyesi, benimki de bir yol hikâyesi. Tabii öyle bir benzerlik var. Bu roman, benim kendi romanımı yazmamda bir basamak olmuş olabilir. Hatta -şunu da iddia edebilirim- bu yazılmamış olsaydı belki ben böyle bir şeye girmeyebilirdim. Ama tabii ki ben bambaşka bir meseleyi anlatmak için bambaşka yöntemler kullanıyorum. O, biraz daha kendi içine konuşan, biraz daha çağrışımsal bir eser. Benimki bangır bangır dışarıdan öykü anlatan, başka bir üslup. Ama ikisi de yolda geçen ve alışılmadık yolculuk biçimleri seçmesi açısından -yürüyerek, bisikletle- bir akrabalık gösteriyor.
EA: Bisiklet konusuna gelelim. Bisiklet kullanıyor musunuz? Bisikletin hayatınızda nasıl bir yeri var?
MD: Evet, bisiklet kullanıyorum. Benim hayatımda önemli bir yeri var. Ben Taksim insanıydım 2008 yılına kadar. Sonra birtakım sebeplerden, oradaki hayatla ilgili birtakım eleştiriler yaptıktan sonra Moda’da oturmaya başladım. Moda’da oturmanın biraz da metaforu gibi oldu bisiklet. Taksim’de yapabileceğim bir şey değildi bu. Taşındıktan sonra bisiklet kullanmaya başladım ve beni acayip insanlarla tanıştırmaya başladı bu. Onun dışında bisiklet grupları, daha büyük gruplar… Gezi zamanından bu yana politik olan bir grup… Ve orada tanıştığım insanlar ile hayatım çok zenginleşti. Bisiklet çok basit ama çok büyülü bir alet. Gerçekten insanı bambaşka yerlere götürebiliyor. Mesela Gökova bisiklet turuna gittik. 300 km’lik çok zor bir rota Yolun sonunda hayatımın en güzel tatilini yaptığımı düşündüm. Yani bizim tatile bakışımızla ilgili bir sorun var bence. Sanki bütün kış taş taşımışız gibi tatilde yatmamız gerektiğini düşünüyoruz. Halbuki zihinsel olan süreçler hareketle tetiklenir. Bisiklet turunda insanlar sana yardım ediyor. Mesela yokuş çıkamıyorsun arkandan ittiriyorlar. O yüzden bisiklet benim hayatıma çok güzel bir açılım getirdi.
Röportaj: Emre Akaltın