Öykü: Hayatın Anlamı – Karaköy Mono

Hayatın anlamı nedir? diye sordum adama. Adam dediysem bilge, ermiş, nur yüzlü bir adamdı bu. Boşu boşuna tepmedik onca yolu. Öyle umuyordum. Bir anlamı olmalı, diye cevap verdi bana. Bakmıyordu, göz göze gelemedik.

Bana tavsiye edildiğini söylemiş miydim? Hadi canım diyebilirsiniz. Çünkü bu da bir adam, yemiş ya da şarap değil. Ama benim kafamda bir sürü soru, cevap bulmadan şuradan şuraya gitmem, diyordum. Ne işe girer çalışırım ne de evlenirim gibi büyük bir iddiayla yaşıyordum. Ailem beni ne kadar üzmemeye, üstüme gelmemeye çalışsa da konu komşunun, yakın uzak akrabaların neler dediğini, hakkımda neler konuştuğunu duyuyor, duymazlık- tan geliyordum. Bunlarla o kadar muhatap olmamaya çalışıyordum ki ya evimde odama kapanıyor ya da dışarıda dolanırken bile kimseye bakmıyor, kulağımda telefonumun kulaklığı, indirdiğim müziklerle vakit geçiriyordum.

Bu zamanda değil de başka bir zamanda yaşasam yeriymiş. Çünkü beni anlayan bir Allah’ın kulu çıkmadı karşıma. Ben de inat ettim. Sorularımı yüzüne yüzüne haykıracağım, söyle hadi yeter, artık bilmek istiyorum neden yaşıyoruz diyebileceğim bir adam bulacaktım. Bu konudaki ısrarım sevgilim olduğunu iddia eden kız tarafından da hayretle karşılandı. O da herkes gibi bana aşktan söz ediyor. “Ne olur beni çok sevsen? Bak o zaman anlam falan derdin olmaz,” diye kafamın etini yiyordu. Çekil önümden diyordum o kıza. Kendini ne sanıyorsun sen. Ben ot değilim diyordum en sonunda, insanım: iki gözüm, bir kulağım, bir de şeyim var. Neyin var dediğinde işte orada susuyor cevap vermiyordum. O da haklıydı. Ama ne yalan söyleyeyim o ilk rüyayı gördüğümden beri içimde hep bir sıkıntı, hep bir ne yapacağım ben sorusu yükseliyor, gitmek nedir bilmiyordu. Yok, aslında kapılıp gitmek vardı hayata. Daha etkili, başka bir formül yoktu belki de…

Bazen hissetmiyor değildim. Birisi olmalıydı Tanrı’nın bize hediye ettiği, aramızda dolaşan, insan için bir çift sözü olan. Ne yani Çin’de değildi herhalde bu adam. Koskoca Türkiye’de, kaç milyon insanın yaşadığı şu İstanbul denen belki de lanetlenmiş şehirde böyle bir adam bulamayacak mıydım?

Çok sık olmasa da arada gitmeden yapamadığım bir kafe vardı, Taksim’de. Orada bazen kulak misafiri olur, bir adamdan söz edildiğini duyardım. Hakkında hep çok kitap okuyor, yalnız takılıyor ama gül gibi de yaşayıp gidiyor deniliyordu. Ama her nedense neye benzediği, nasıl giyindiği, nerede oturduğu hakkında hiçbir bilgi verilmiyor, sanki bir sır gibi saklanıyordu. Bu anlarda benim merakım daha bir kabarıyor, nasıl bir adam bu demeden edemiyordum. Çünkü hep iyiydi, hep gülerdi, hep okurdu bu adam. İyi de neredeydi o zaman?

Sonra Pink Floyd’dan bir parça dinledim, sarsıldım. Adamlar şöyle diyordu: “Ne kadar, ne kadar isterdim burada olmanı. Yıllar yılı bir akvaryumda yüzen iki yitik ruhuz biz, aynı yerlerde gezinip duran.”* Bulacaktım o adamı. Bunu da soracaktım. Her şeyi okuyan adam bunu da okumuş mu, yahut dinlemiş mi? Çünkü okuyan adam dinler de, değil mi?

İşimin zor olduğunu biliyor, görevimin tamamlanması imkânsız olmasa da yapılabilir olduğuna olan sarsılmaz inancım gittikçe artıyordu. Ya o bana gelecekti ya ben ona gidecektim. İkinci ihtimal daha yüksekti.

Ne kadar bekledim bilmiyorum, belki saatler, belki günler… O kafede yine değişen bir şey olmadı. Benim açımdan tabii ki. Gelen giden yoktu. Ben de dayanamayıp daldım aralarına. Kim bu adam, lütfen söyleyin ona ihtiyacım var, onunla konuşamazsam intihar edeceğim, dedim. Herkesin sakın öyle bir şey yapma o çok iyi bir insandır, inan senden bile haberi vardır sözleri üzerine biraz sakinleştim. Ve ona bir gün mutlaka ulaşmak istediğimi, onunla konuşmak istediğimi bildirmelerini istedim. Bana sadece bir gün versindi. Ben de o gün geleyim, neresi olursa olsun, onu göreyim ve sorularımı sorayım. Bir Usta’yla konuşmak benim en büyük emelim. Usta derken neyi kastettin, dediler. Ben de Yaşama Ustası, dedim Yaşam Bilgeliği Ustası, bana lazım olan o!

Sakin bir kafede oturmuş konuşuyoruz. Etrafımızda insanlar var ama yakın sayılmazlar. Konuşulanlar duyuluyor diyemem. Zaten kimsenin bizimle ilgilendiği yok. Kahve içiyoruz. Benim kahvem biraz geç geldi. Usta’nınki bitince ona bir tane daha söyledik. Köpüğü dudaklarıma bulaşıyor kahvenin. Yanında gelen turtadan bir parça ısırık alıp onunla birlikte dudaklarımı yalıyorum. Leziz bir şey havası uyanabilir birisi halimi görecek olsa, ama ben böyle bir lezzetin peşinde değilim, hiç değilim.

Küçük yuvarlak masalardan birindeyiz. İki sandalye, eskitilmiş ahşaptan ama sağlam. İstediğin kadar tepin bana mısın demez, öyle görünüyor. Rahatsızlık verecekmiş gibi dururken oturduğunda gayet şekilli bir şey olduğunu anlıyor, hiç de kasmadan kıçını yayabiliyorsun. Kafede oluşturulmuş Paris havaları insanın ruhuna bir ferahlık katıyor, bir ucundan Pinokyo sarkmış sanki herkesi gözet- liyormuş gibi sırıtıyor, ortada bir şamdan ışıl ışıl göz alıyor, eski bir pikap köşeye çekilmiş gevşek gevşek dönüyor. Cızırtılar hayatın hep güzel olduğu zamanlardan. Ama var mıydı öyle zamanlar, düşünmüyor değil insan. Derken, “Ölüm ne kadar gerçek!” diyorum Usta’ya.

“Hıh!” yapıyor, hafif bir tebessüm beliriyor suratında, kahvesinden bir fırt çekip arkasına yaslanıyor. “Her gün ölüyoruz, azar azar.”

“Ölüyor muyuz? Ben daha hiç ölmedim.”

“Kim demiş ölmediğini? Ben böyle bir şey söylediğimi hatırlamıyorum.”

“Yok, siz dememiş olabilirsiniz ama ben daha hiç ölmedim, onu söylüyorum. Nasıl bir şey gerçekten bilmiyorum? Keşke bana tarif edebilseniz?”

“Ah Salih! Ölmek kafanın kılıçla kesilmesi, bir silahla patlatılması, bedeninin bir füzeyle havaya uçurulması değildir. Ölmek parmağına bir kıymık batmasıdır yavrum. Onun için sen de hiç ölmemiş olamazsın.”

“Hımmm. Haklısın sanırım. Arada olur bu. İnsanın eline bir şey batar, sokulur çıkar. Ne lanet bir şeydir o, değil mi? Ama ben ne söyledim şimdi. Ölüm lanet bir şeydir mi dedim, inanamıyorum!”

“Bak, işte ölüm sana neler yaşatıyor. Bir acı ufacık diyemeyiz. Hiç tarif edilemez!”

“Şimdi siz böyle konuşurken aklıma şu geldi. Ölümle hesaplaşmak onu alt etmek hiç mümkün değil. Ama zaten ölüyoruz diye düşünürsek, ne dersek diyelim konu kapanır. Peki biz neden yaşıyoruz Usta?”

“Neden mi? Bu nasıl soru evlat?”

“Aklıma geldi işte ne bileyim? Merak ediyor insan. Mesela sizi tanıdığıma çok memnunum, keşke herkesin sizin gibi bir tanıdığı olsa. Buradan şunu çıkartıyorum, kadınlar da muhteşem yaratıklar, onları da tanıdığıma minnettarım. Tanrı, ki var sanırım, bizden ne bekliyor olabilir, sizi tanımanın ve bunun gibi şeylerin mutluluğunu yaşıyorken?”

“Tanrı’yı işin içine çok karıştırma yavrum. Tanrı bizimle, içimizde. Vicdan muhasebesi yapmıyor musun sen?”

“Yapıyorum.”
“İşte, Tanrı’yı o zaman anlar, keşfedersin.” “Nasıl yani? Dinler falan var. Hep Tanrı’dan bahsetmiyorlar mı? Onları okusam Tanrı’yı daha iyi anlamaz mıyım?”

“Yok anlamazsın. Hahaha! Anlarsın tabi yavrum, ama ben onu demiyorum, vicdan diyorum, o zaman daha iyi anlarsın. Her hareket, her hücre, her nefes cezasını çekecektir.”

“Yuh, nedir şimdi bu? Bana kafayı mı yedirtmeyi düşünüyorsun Usta.”

“Olur mu? Kendine hâkim ol.”
“Niçin, nereye kadar?”
“Onun için bir sınır yok.”
“En iyisi konuyu değiştireyim. Ahlak nedir Usta, gerekli midir? Bazen kendimi çok ahlaksız hisse- diyorum. Sevgilimleyim mesela, ama onu canım çekmiyor. Başka kadınları düşünüp otuz bir çekiyorum. Çok da zevkli oluyor. Ben şimdi ahlaksızım diyebilir miyim?”

“Ne otuz biri yavrum? Sen neden söz ediyorsun? İnsan öyle ahlaksız olur mu? Günah başka bir şeydir. Ahlaksızlığın temelinde günah vardır. Ama günah başka şeydir. Sen istediğin kadar otuz bir çek…”

Çalışmadan yaşamak istiyorum, dedim ardından. “Bana bir şeyler söyle Usta. Sabah 9 akşam 5 ya da ne bileyim işte kaçsa o saat, işe mişe gitmek istemiyorum. Sen nasıl yapıyorsun? Bu gibi insanlar koyun gibi geliyor bana. Düşünsene adam ya da kadın her neyse sabah kalkıyor, sonra hazırlanıp çıkıyor, iş dediği şeye doğru yola koyuluyor. Ve onu arıyor, bunu imzalıyor, bankaya gidiyor, dosyalar hazırlıyor, bir sürü kişiye bir sürü laf anlatıyor… İnan bana göre değil bunlar. Bana ne başka insanlara laf anlatmaktan. Benim derdim yaşamak olmalı, onunla bununla uğraşmak olmamalı. Ki bence siz de bunu biliyorsunuz, anlattığınızda, konuştuğunuzda sizi dinleyecek, anlayacak kaç kişi var ki şunun şurasında. Herkes şartlanmış, zaman doldurmaya çalışıyor.”

Sonra gazımı almış olmalıyım ki devam ettim. Usta kafasını hafifçe önüne eğmiş beni dinliyordu. Ne kadar mütevazi bir görünümdü bu. Etkilendim, ayrıca hüzünlendim. Gören muhtaç bir adam sanırdı. Oysaki bildiğim kadarıyla bu adam hem çalışmıyor hem de gül gibi yaşıyordu. Onun yaşamak için memur olmaya, bir yerde belli saatlerde belli kişilerin sözlerine talim etmeye ihtiyacı yoktu. Bu nasıl oluyordu, acaba sırrı neydi? Kafam çok karışıktı. Benim de an meselesiydi çembere girmem. Babam zengin, çevresi çok geniş bir adamdı. Hatta kendi şirketi vardı ki, işim hazır gözüyle bakılırdı bana. Ben de özellikle orada çalışmamaya ant içmiştim. Babam nasıl kazanmışsa ben de kazanır, daha doğrusu onun gittiği yoldan gitmeden gayet güzel bir şekilde yaşardım. Bu money denen şeye onun bunun yardımı, torpili olmadan da ulaşırdım. Sonuçta genç ve enerjiktim. Ayrıca yeni teknolojiye çok aşina, bilgisayar dilinden anlayan biriydim. Okulsa okul, cesaretse cesaret. Hepsi vardı bende. Mesele, benim meselem sırf bu değildi. Ben nasıl para kazanacağımı düşünmüyordum. Neyle ve nasıl yaşayacağımı düşünüyordum. Bu da çok büyük bir meseleydi.

Şuna inanıyordum; tüm insanlar kendilerini temel dürtülerin kıskacına kaptırmış daha üst şeyler veya geleceğe yönelik şeyler konusunda vasatın altında inançlar ve duygularla yaşamaya alışmışlardı. Bunlar bana yetmiyordu, yetemezdi. Bir yerden vahiy de geleceği yoktu, ama ben nasıl yaşayacaktım en temel soru benim için buydu?

“Usta,” dedim, “benim sorunum ne sence? Çok şey mi istiyorum hayattan? Yoksa isyan etmiş durumda mıyım, lütfen bana söyle?”

Nazikçe kafasını kaldırdı. Bana gülümseyerek baktı.

“Hiç kimse ne için ve nasıl yaşayacağını bilemez, yavrum? Bu kadar kafana takma aslında. Biliyorum çok haklısın ve hayatın başındasın. Yanlış bir şey yapmak istemiyorsun. Ama bu tür sorular, sorunlar ne senin ne benim çözebileceğim konular. Herkese ve her şeye dair derin meseleler. Ki bazıları bu konuları anlamaya çalışıp yorumladılar, bazıları vahiy aldı anlattı, sonuçta kimse net olarak, anlatmak dışında kimseye bir şey gösteremedi. Ve olaylar oldu dünyada. Hayat değişime girdi. Kimse hayatın sırrını çözdüğünü söyleyemese de bazı şeyler daha kolaylaştı. Rahat ol, yaşamdan zevk almaya ve kimseyle nefret ve öfkede yarışmamaya bak. Daha çok insanlığın bize bugüne kadar sunduğu bir sürü güzel şey var, vakıf olmaya çalış. Ben şuna inanmışımdır; hayatta hiçbir şey, hiçbir karşılaşma boşuna ve anlamsız değildir. İçini zenginleştiren, vicdanını rahatlatan şeyler yap. İnsanlara neyse artık o, iyilik yap. O insanlar ki, çoğu hak etmiyor diye düşünsen de bilemezsin kimin neyi hak edip etmediğini. Ve kötüler de var bu dünyada. Yani hiçbir şeyin kıymetini bilmeyen her şeyi anlık olarak düşünüp yaşayıp unutan, bunlarla da savaşmalısın. Hayır, insan olan için hiçbir şey unutulmuş, kaybolmuş değildir. Yaşanılan her şey kayıt altına alınır bunu unutma. Ya gözle ya sesle ya da bir duyguyla. Bir insan eğer arkasından kötü konuşturuyorsa yaptığı şeylerin muhatap olduğu insanlara acı veren, onları zor duruma sokan, hatta büyük duygusal darbeler yaşatan bir yönü vardır. Kötü olan iyi görünüp dalavere çevirmekti. Bunu yapma.”

“Evet, tamam ama, bu sözler de bana çok klişe geliyor. Beni heyecanlandırmıyor. Bazen aklım başımdan gidiyor. Her şeyi yakıp yok etmek istediğim oluyor. Oturup ağlıyorum, içki de içiyorum rahatlamak için. Ve beni kimse dinlemiyor, anlamıyor. Belki de zehirlenmiş bir adamım ben.”

“Yok, tabii ki öyle değil. Genel geçer laflar olarak görme söylediklerimi. Sen benimle konuşmak için buluştun değil mi? Benden şu sorunu çözerim, beni dinle hayatın kurtulur gibi bir laf duydun mu? Duyamazsın. Çünkü öyle bir şey yok dostum. Sen ne kadar eminsen ya da değilsen ben de senin gibiyim. Sana hayat hikâyemi anlatmayacağım. Konumuz benim ne yaşadığım değil. Sen bütün enerjinle şimdi buradasın ve bu çok önemli. Ayrıca ben seni değil sen beni aradın buldun. Bunun iyi olup olmadığını, gerekli olup olmadığını bilemiyorum. Bu zamanda, aynı devirde yaşamak bu olsa gerek. Sakin ve dingin yapılı insanlar nedense Tanrı’nın ilhamına daha yakındırlar. Çılgın yaşamlar bir isyan, o da sanki Tanrı’ya karşı bir isyanmış gibi görünür. Ve karşılığında oradan oraya sürüklenen bir yaşam bulur bizi. Önce kendine ve sonra evrene saygın olmalı. Hiçbir şey için acele etmeye değmez. Her şey belki de bizim dışımızda bizim kararlarımız haricinde oluşuyor, sana bana düşen paniklememek, bir şeyler elimizden kaçıyor, onun var benim yok dememek. Sana bir kez daha söylüyorum. Tek yapman gereken yaşamak. Bunun adı çağdan çağa değişebilir. Ama şunu düşünerek yaşamak: Ne olursa olsun nihai hayat biçimi, tek çözüm bu değil, her zaman başka formlar mümkündür ve daha iyisi muhakkak vardır diyerek yaşamak. Kimseye tam anlamıyla güvenmemek. Hatta kendine bile güvenmeyip mottolar, disiplinler oluşturmak. Sevgili dostum; ben seninle saatlerce konuşurum ama şunu bil, hayatın çözülebilecek bir sırrı yok. Çünkü çözmek demek adı üstünde bir şeyi halletmek demektir. Oysaki hayat başlı başına süreklilik üzerine kurulmuştur. Kendini buna adapte et ve ruhunu güzel işlerle, keyifli durumlarla yücelt.”

Sohbetimiz, derin sorgulamalarımız bittiğinde ben yeniden buluşabilir miyiz diye yoklamaya çalışıyordum Usta’yı. İçimden geçen hep buydu. Ayda bir olsun görüşsek çok iyi olmaz mıydı?

Ama onun aklı çoktan yeni, farklı dünyalara gitmiş gibiydi.

O giderken ben sadece arkasından baktım. Hiç acelesi yoktu yürürken. Attığı her adımın bilincinde bir adam. Ben de böyle olabilir miyim diye sordum kendime. Ya da olmalı mıyım?

Biraz daha oturmamak için hiçbir neden yoktu. Elime kalem kâğıt alıp konuştuklarımızdan hatırladıklarımı yazmaya koyuldum. Yazarken içimin daha bir açıldığını, ferahladığını hissediyordum. Benim ilacım da buydu belki. Dalıp gittiğimden haberim bile yok, kafe kapanırken kalkıyordum yerimden…


* “Wish you were here” Pink Floyd şarkısı