“Öğrencilere tavsiyem şu: Aynılaşmaktan uzak durun! Hiçbiriniz bir kalıba uymak zorunda değilsiniz. Mutlaka farklılığınızı koruyun, hayal kurun, hedef koyun kendinize… İşte o zaman kendiniz için doğru olan yolda yürüyeceksiniz.”
Çocukların eğitim hayatındaki kaygıları gün geçtikçe artıyor. Buna paralel olarak anne ve babaların da… Eğitim öğretim hayatındaki çocuk ve gençler, hayattaki başarıyı sadece dersler olarak görüyor daha doğrusu buna mecbur bırakılıyor. Her birinin kalbi, fikri çok özel ve çok farklı, buna rağmen neden aynılaşsınlar? Neden sınırlansın yaratıcılıkları? Bunlar sorgulanırken yeni müfredatla burun buruna geldik. Yeni müfredatın ayrımcı ve cinsiyetçi dili, laiklikten gittikçe uzaklaştırılmış haliyle çocuklarımız, yani geleceğimiz için oldukça endişeliyiz. Ve TEOG… Ortaöğretimden liseye geçme sınavı olan TEOG’un kaldırılıp kaldırılmayacağı gündemde. Kaygı büyüyor, kafalarda birçok soru işareti var. Çocukların kafası karışık. Hayatın en önemli tarafı, umudumuz, inancımız olan çocukların… Artık sona ersin kaygıları, özgür, yaratıcı, adil, mutlu bireyler olarak serpilsinler dünyaya diyerek eğitim öğretim hayatındaki çocukların kaygıları, anne babanın, öğretmenlerin ve çevrenin davranışlarının çocukların kaygısı, stresi üzerine etkisi ile ilgili NLP Uzmanı ve Yaşam Koçu Burcu Polatdemir ile söyleştik.
Çocukların, eğitim öğretim anlamında kaygısını nasıl tanımlıyorsunuz?
Kaygı çok tehlikeli ve zararlı bir duygu değil. Kaygı olması gerektiği kadar olduğunda faydalıdır. Çünkü kaygı olmadığında hayati hedeflerimiz olmaz. Ve yolumuza bakmamız zorlaşır. Yani kaygının fazlası zarar. Kaygı, öğrencilerin hayatta nasıl ilerleyecekleri konusunda bir rota çizmeleri anlamında önemli bir değer taşıyor. “Hayatın basamağı olan okul tarafına nasıl adapte olabilirler ve burada başarılı olmaları için dışarıdan gelen baskılarla nasıl başa çıkabilirler?”, bu taraf onları endişeli hale getiriyor. Bu da zararlı, negatif kaygı oluyor.
Yani olumsuz kaygı daha çok çevreden çocuğa entegre edilen bir duygu…
Evet, empoze benlik denilen dışarıdan verilen toplumsal olan bir duygumuz var. Bol gereklilik kipli, bizi edilgen yapan, olması gerektiği gibi düşünülen ve bizi baskıya sokan bir durum bu. “Bu kişi böyle davranmalı” ama kime göre? Bana göre nasıl? Hepimiz farklı düşünceler içindeyiz; size göre farklı olan şey, bana göre farklı olmayabilir. Dolayısıyla kişiye yapılan bu baskı, çok haksız bir yargı oluyor. Çünkü kişi, o söylenilen ile kendini yargıyabiliyor. Önemli olan kişinin kendisine nasıl baktığı… Toplumda bazı mesleklere uygulanan kalıplar var. “Mühendis böyle olur, öğretmen dediğin bunu yapar.” Ama başka bir öğretmen çok daha yaratıcı ve farklı davranabilir. Neden bu şekilde? Çünkü bunlar bize empoze edilir ve bizde baskı oluşturur. Dolayısıyla bazen yanlış kararlar almamıza neden olabilir. Empoze edilen şey insanı istemeden kötü etkiler.
Farkında olmadan yetişkinler olarak onların yaratıcılıklarını mı yontuyoruz?
Maalesef… Bunu söylemek üzücü ama ben, istemediği mesleği daha iyi maaşı var ve daha garanti diye seçerek yaratıcı taraflarını öldüren birçok danışanımla da karşılaştım, çok insanla da tanıştım. Bu şekilde seçilmiş sabit bir hayatla nasıl yaratıcı olunur? “Böyle olsun, rahat edeyim”, o zaman nerede kaldı hayatınhareketi, hayatta yapmak istediklerimiz? Hiçbir şey garanti değildir hayatta. Aslında bu mantıktan çıkıp, “Biz neden varız?”, “Bizim kapasitemiz nedir?”, “Biz neler başarabiliriz?”i görüp hareket edebilmek çok kıymetli.
Peki çocukları olumsuz anlamda etkileyen kaygı, nasıl yok olur?
Çocuklar, kaygıdan çok neler yapabilecekleri, hedefleri ile ilgili düşünmeleri, önlerini görebilmeleri açısından kendilerine yönelebilirler. Şöyle düşünebilirler: Ben ne yapmak istiyorum, bunun için neler yapmam gerekiyor, elimde neler var ve bu yola gitmek için hangi yöntemleri uygulamam gerekiyor? Bunun içinde maddi, manevi her olgu olabilir. Bu süreci nasıl geçirecekleri ile ilgili bir çalışma yapmaları, yalnız yapamıyorlarsa bir uzmandan yardım alıp bu şekilde ilerlemeleri daha doğru bir tercih olacaktır. Bunun için öncelikle bir çaba gerekiyor. Kaygı tek başına olunca, çaba işin içinde olmayınca çok büyük problemler oluşuyor. “Peki ben şimdi ne yapacağım?” yerine, “Bu işin içinden çıkmak için neler yapabilirim?” sorusunu öğrencilerin kendilerine sorması daha olumlu ve yapıcı oluyor.
“Aynılaşmaktan uzak durun, farkınızı koruyun”
12 yıllık uzun bir eğitim öğretim yolundaki çocuklara, tavsiyeniz nedir, ne yapmalı, ne yapmamalılar?
Aslında ben öğrencilere ve tanıştığım kişilere şunu tavsiye ediyorum, aynılaşmaktan uzak durun! Bölümü okuyanlar, bir kalıba uymak yükümlülüğünde değil, kimse bir kalıba girmek zorunda değil. O farklılığı koruyanlar bu yoldan çıkıp farklı yollara adım atabiliyor. Türkiye’de bir mit var, herkes mutsuz, hiç kimse mesleğinden memnun değil. Böyle olan insanlar da böyle anlayışlar da var. Ama siz, bu anlayışı tercih etmez, bu anlayışın içinde bulunmazsanız kendinize başka bir yol edinebilirsiniz. 12 yıl uzun bir dönem… Birçok üniversite mezununun iş bulamadığını sürekli haberlerde görüyoruz, bununla ilgili açıklamalar yapılıyor. Bu bizi olumsuz duygulara sevk edebilir. Ama mutlu olarak da para kazanmanın yöntemlerini bulabiliriz. Garanti bir mesleğim de olabilir, mutlu bir insan olarak yaşıyor da olabilirim. Bu anlamda çok önemli bir karar vermek gerekiyor.
Peki aileler…
Ailelerin bu anlamda daha dikkatli olmaları gerekiyor. Çocuklar gerçekten yapmak istediklerini yaparlarsa başarı kendiliğinden gelir. Onları bir şeye yönlendirmek, onlara baskı yapmak adil değil. Bir ebeveyn danışanım vardı, çocuğum çok mutsuz, bir türlü mutlu edemiyoruz diyordu. Ben bu noktada ebeveynlere sorular soruyorum. Ve bunun neticesinde anne ve babanın mutsuz olduğunu yaptığı hiçbir işte mutluluğu yakalayamadığını gözlemledim. Çocuklar ailelerini modelliyor. Ailelerin söylediklerinden çok yaptıklarını alıyor. Bu da çocuğun kişiliğini oluşturuyor. Ufak şeylerden mutlu olabilme istediği şeyi yaparken insanın kıvanç duyabilme duygusunu almayan çocuğa sonradan “Neden mutsuzsun?” demek mantıklı değil. Çocuğun gördüğü örnek bu. Önemli olan çocuklara ne olursa olsun arkalarında durabileceğini göstermek bu tavır ona kendi özgüvenini getirir. Bırakın istediği okullarda okusunlar, zaten istedikleri işi yaptıkları zaman başarılı ve mutlu olurlar.
Bir diğer hata da ailelerin, başkalarının çocukları ile kendi çocuklarını kıyaslaması. O yapabilmiş, sen niye yapamadın gibi… Aileler çocuklara, “Ayşe kaç puan almış?” sorusunu soruyor. Çocuğa bu tip soruları sorduğunuz zaman çocuk hep bu taraftan bakmaya başlıyor. Çocuğa, “Ne öğrendin?” diye sormuyoruz. Çok basit bir soru aslında: Bugün okulda ne öğrendin? Bu soru çocuğun zihnini bir anda okula götürüp “Ben bugün ne anladım?” ve “Kendime ne kattım?” dedirtir. “Ayşe ne yaptı?” derseniz o çocuk arkadaşıyla yarışır. Önemli olan kendi içindeki bilme, farkındalık durumudur. Ne kadar zarar verdiğimizin hiç farkında değiliz. Çocuk, “Ayşe’ye hoca daha farklı davranıyor” der ve kendindeki açığa bir haklılaştırmada bulunur. İşte onun sonucu da hep duyduğumuz “Hoca bana taktı!” oluyor.
Ve 0-7 yaş… Bu aralık çok önemli, aileler çocukların yanında konuşurken cümlelerine çok dikkat etmeli. Sert cümleler onların zihinlerinde kalıyor ve onları yaşam boyunca etkiliyor.
Çocuklarımızı öğrenmeye teşvik etmemiz gerekiyor.
Ailelerin çocuklarına sorması gereken sorular şunlar:
Bugün kendine ne kattın?
Bugün neler öğrendin?
Bugün nasıl hissediyorsun?
Ebeveynlerin baktığı dünya ile çocukların baktığı dünya arasında farklar, aynılıklar ne?
Çocuğun baktığı taraf ailenin nasıl baktığı… Onlara “-malı –meli”den ziyade, onların yapmasını istediklerini kendileri yapsın. Bunları söylemeye gerek bile yoktur o zaman. Çocuk zaten görecektir. En meraklı, en öğrenmeye açık çağı… Zorlama olmaz, görerek merak eder ve uygular.
Peki sınav dönemlerindeki streslerinin önüne nasıl geçebilirler?
Çocuk bir sürü eğitim alıyor, ondan birkaç saat içinde tüm bilgisini oraya dökmesi bekleniyor. “Benim önümde bir yarış, çok sayıda rakibim var, ne yapacağım?”dan ziyade düşünce tarzı ne öğrendim üzerine gitmeli, algısını farklılaştırmalı, hedefini belirlemeli. Kendini tanıma sürecinde arkadaşıyla yarış halinde olmaması gerekiyor. İlk önce kendini tanımalı, hedeflerini, algısını geliştirmeli. Söyledikleri, “Aman ben ne yapacağım” değil, “Ben elimden geleni yapıyorum” olmalı. Aileler bu konuda çok önemli bir rol üstleniyor. Süreç ve sonuca bakmak gerekiyor, felaket senaryoları uydurmak değil. Aldıkları eğitim ile beraber gittikleri yolda ellerinden geleni yaptıklarında ailelerinin ona herhangi bir şekilde bir baskı kurmadığı ortamda zaten çocuk şunları görüyor: Ben okulda bunları gördüm bunun için gerekli olan şey çalışmaktı. Bunun için yeterli zamanı ayırdım ve çalıştım. Bunun sonucunda bir sınava gireceğim burada yeteneklerimi ve bilgi birikimlerimi göstermeye çalışacağım. Bu olursa ben hedefime ulaşmış olacağım ve kendime yeni bir hedef koyacağım. Ama olmazsa bununla ilgili yapmam gerekenleri yapacağım. İşte bu, çok doğru bir yaklaşım.
“Çocukların güvene ihtiyacı var”
En çok ihtiyaç duydukları şey nedir?
Ona güvendiğini ona göstermek; bu kadar basit. Destek olmak… Biz bazen desteği yanlış anlayabiliyoruz. “Ben çocuğumun her dediğini yapıyorum” diyen ebeveynlerle karşılaşıyorum. Acaba her dediğini yapmak ne kadar doğru? Her dediklerini yaparak onları ne kadar mutlu ettiğimizi düşünüyoruz? Her istediğine sahip olmak değil, onların istediği şey şu: Evet sen elinden geleni yap, biz sana güveniyoruz. Bu inanın yeterli. Çocuğun ihtiyacı olan şey bu. Ailelere şöyle sesleniyorum: Sonrasında onları, yapmasan bu olur gibi şartlanmayın, ceza vereceğim diye korkutmayın, onlara ödül sunulmayın… Bu çocukları zor duruma sokar. İhtiyaçları olan şey, o güveni vermek.
Ailenin bunu yaparsan bunu alacaksın, biz seni buna hazırlıyoruz, senin için her şeyi yapıyoruz diyerek çocuğun üstüne büyük sorumluluklar yüklemesi de çocuğu çok zor duruma sokuyor.
Bu durumda çocuk, ailem her istediğimi yapıyor, ben onlara yetmiyorum, onları mutlu edemiyorum psikolojisine girmez mi zaten?
Bunun sorumluluğu o kadar ağır ki… “Ben onlara layık biri olamadım.” diye kendilerini suçluyorlar. Ben sana öyle şeyler yaptım ki senin buna karşılık vermen gerekiyor, bu korkunç bir ticaret gibi gözüküyor. Bu onlar için çok ağır dolayısıyla söylemlerimize dikkat etmemiz gerekiyor. Sadece güven vermek, yeterli olan bu, daha fazlası değil. Biz senin arkandayız duygusu…
“Tüm çocukları aynı kefeye koyan bir sistem olmamalı”
Öğretmenler de bu açıdan çok önemli bir noktada, öğretmenlerin dikkat etmesi gerekenler ne?
Öğretmenlere çok büyük görev düşüyor. Çocuklar farklı farklı… Duygularını yönetiyor, eğitim anlamında onlara destek olmaya çalışıyor. Ben hep şunu söylüyorum: Kötü öğrenci yoktur, öğretemeyen öğretmen vardır. Aynılaştırma politikası uygulanmamalı. Ben görsel tarafımı çok yoğun kullanırken başka bir arkadaşım işitsel yönden kuvvetlidir. Ve bizim aynı olaya bakış açımız farklı olabilir. İkimiz aynı anda aynı şeye fokuslanamayabiliriz. Bazı çocuklar, başka temsil biçimlerini daha yoğun kullanabilir. Bütün çocukları aynı kefeye koyan bir eğitim sistemi olmamalı. Verilen örnekler genellenmemeli. Çocukları tanıyarak, onları aynılaştırmadan ilerlemek gerekiyor. Bazı sınıflar çok kalabalık olabiliyor, onları anlıyorum. Ama ellerinden geleni yapmaları, aynılaştırmadan onları anladığını hissettirmesi ve onlara destek olması gerekiyor. “Senin bu konudaki emeğini, becerini görüyorum bu konuda ilerleyebilirsin.” demek bile onlara çok güzel yollar açabiliyor.
Çocuklara yöneltilen kalıp yargılar var. Bazı meslekler iyi, bazıları kötü gibi yaklaşımlar… Bu onları nasıl etkiliyor?
Çocuğa ne öğrendiğinden ziyade ne olacaksın diye soruluyor. Çocuklar toplumun kalıp yargılarına göre olmak istedikleri meslekleri söylediğinde karşı taraftan büyük övgü alıyor, çocuk, “Ben yazar olmak istiyorum” demiyor çünkü bu tepkiyi almıyor. Çocukları popülerlik üzerine yetiştiriyoruz. Çocuklar koskocaman bir boşluğun içine düşüyor, o yüzden bu mutsuzluk… Toplumsal yönü çok büyük. Ne olursa olsun istediği şeyi başarmışsa bunu takdir etmek gerekiyor. Çünkü o onu istiyor. Hayatında onunla mutlu… Bundan sonra çevrenin takdir etmesi gerekiyor. Kimseyi etkilemeye, mutsuz etmeye hakkımız yok.
“Çocukları AVM’ye değil kültür sanat etkinliklerine götürün”
Kültür sanatın öğrencilerin bir parçası olmasının önemi nedir?
Önemi çok büyük… Popüler bir film, oyun olabiliyor ve aileler, yalnızca onlara götürüyorlar çocuklarını. Ama sadece popüler olan olmamalı gittikleri etkinlik, çocukların zihinlerini açan yaratıcılıklarını pekiştiren başka dallara ve etkinliklere yer vermeleri gerekiyor. Çocuk sevmeyebilir ama bir çocuğun hayatında bir defa da olsa resim sergisini görmesi gerekiyor. Çocukken teyzem beni kitap fuarına götürüyordu. O zamanlar bunun farkında değildim ama ben kitap sevgisini, okuma alışkanlığını bu şekilde kazandım. Bu bir müze olabilir… Ekonomik açıdan düşündüğümüzde hak veriyorum. Ama her aile en azından bir kere çocuğunu müzeye götürebilir. Çocuk böyle bir dünyanın varlığını bilmeli. Bunun illa ki moda olmuş bir sinema filmi olmasına gerek yok. El ele tutuşup güzel bir tarihi sokaktan geçmek, “Bak bu bina diğerlerinden ne kadar farklı” diyebilmek, çocuğunun bunu düşünmesini sağlaması çok değerli. Çoğu aile çocuğunu popülerleşen etkinliklere, filmlerden ötesine kapatıyor maalesef… Her aileye rica ediyorum yapabilirlerse en azından bir kere çocuklarını böyle bir dünyanın varlığı ile tanıştırsınlar. Ondan sonra çocuk sevdiği şeyleri fark edecek. Tiyatro… Popüler olmasına gerek yok. Uygun bir bilet alarak oradaki tiyatro oyununu izlemesini sağlamak gerekiyor. 0-7 yaş çok önemlidir çocuk dünyasında, ondan sonrasını algı olarak kaydederiz. Aileler AVM dolaşmaktansa farklı dünyalara kapı açan kültür sanat etkinliklerine götürmeli çocuklarını. Onların aynılaşmasını engelleyecek, ufuklarını açacak, onları aydınlatacak kısım bu.
Bu hayatının rotasında da kendine bir yol çizmesini sağlar değil mi?
Tabii… Bazı arkadaş sohbetlerinde “Çocukken bir tiyatroya gitmiştim, o görüntüyü o kadar parlak hatırlıyorum, o tablo o kadar güzeldi ki…” diye anlatırlarken onu oraya iten bir şey olmuş ki yıllar sonra hatırlayabiliyor. Bir ses sanatçısı ile tanışmış örneğin, şöyle diyor, “O kadar güzel söylüyordu ki ben de söylemek istemiştim.” Bir duygu uyanıyor… Sanat dediğimiz şey 5 duyumuza hitap ediyor. O çocuğun nerede, neyi yakalayabileceğini bilemezsiniz. Kişilerle konuştuğum zaman örnekler hep çocukluklarına yönelik. En güzel, yaratıcı çağımız çocukluk… Bu yüzden o zamanda gördüklerimiz, kaydettiklerimiz çok önemli.