ŞU YAZARLAR NE TUHAF: Rainer Maria Rilke – Karaköy Mono

Rainer Maria çok gençken o sıralarda çoktan kocamış olan Tolstoy’u Yasnaya Polyana’daki çiftliğinde ziyarete gider. O dönemde her yerde insanın karşısına çıkan Lou Andreas-Salome de (Rus asıllı bir psikanalist ve yazar: Adı Nietzsche, Rilke, Tolstoy, Paul Ree ve Freud gibi ünlülerle aşk dedikodularına karışmıştır.) yanlarında, kırlarda yürüyüşe çıkarlar. Tolstoy Rilke’ye, “Şu sıralarda neyle uğraşıyorsun?” diye sorar. Şair utangaçça ve doğallıkla karşılık verir: “Şiirle.” Yanıt olarak bir alay sövgüyle, her türlü şiire ve bunun kimsenin zamanını adayacağı bir şey olamayacağına dair sıkı bir sözel saldırıyla karşılaşır.

Tolstoy’un sözleri belli ki Rilke’nin bir kulağından girip ötekinden çıkmış, çünkü edebiyat tarihinde çok az şair kendini sadece şiire değil, şiirin her formuna bu denli adamıştır.

Rilke yalnız şiir yazmakla kalmaz, düzyazılarını, mektuplarını, güncelerini, seyahat günlüklerini ve tiyatro oyunlarını da şiir gibi yazar. Ne zaman eline kalemi alsa sadece bir ricada bulunacak bile olsa, şiir yazar. Bunu her zaman da öyle pek soyluca da yapmaz. Hatta başlarda dalkavukluk yapmak için bile kullanmıştır. Başkalarının çalışmalarına ölçüsüz bir ilgi ve abartılı bir hayranlık gösterir; Rodin, İspanyol ressam Zuloaga gibi…

Günlüklerinden ve mektuplarından edinilen bilgilere göre, Rilke yaşantısını “esin perisi”nin gelmesini bekleyerek geçirir ve bu süreyi farklı kadınlarla paylaşır, çoğu soyludur, onu farklı mülklerinde ve şatolarında konuk ederek bekleyişinin konforlu geçmesini sağlarlar. Baştan çıkarıcı Lou Andreas-Salome, umutsuz Eleonora Duse, Prenses Marie von Thurn und Taxis, Baladine Klossowska gibi kadınlara ya delicesine tutkulu bir aşkla bağlıdır ya da sadece arkadaşlık hisseder.

Yine bilinir ki “Duino Ağıtları”nı çoğunu esin perisini bekleyerek geçirdiği tam on yılda bitirebilmiştir. Şansı yaver gittiği zamanlarda bir ses duyarmış şair, bir ocak fırtınasının gürültü patırtısının ortasında, çok yakınındaki bir sesin onu çağırdığını: “Haykırsaydım, kim duyardı beni melekler katından…” Durakalır ve Tanrı’nın sesini dinler. Sonra her zaman yanında taşıdığı küçük not defterini çıkararak hem dizeyi hem de sanki istemeden aklına geliveren birkaç dizeyi yazar. Aynı gün akşamüzeri ilk ağıdı bitirir Rilke, ama sonra Tanrı susar ve ardından tam on yıl boyunca -yeniden dile geldiği anları saymazsak- bekler, bu zalim suskunluğun ıstırabını çeker.

Her iyi şair gibi Rilke de sadece hayvanlarla değil yıldızlarla, toprakla, ağaçlarla, tanrılarla, anıtlarla, resimlerle, kahramanlarla, madenlerle, ölülerle (özellikle de genç ve âşık ölenlerle) durmadan konuşur; çevresindeki insanlarla biraz daha az iletişim kurar.

Rilke kısa boylu ve hasta görünüşlüdür. İlk bakışta insana çirkin gelir ama zamanla bu izlenim azalır. Uzun ve sivri kafalı, büyük burunludur, kıvrımlı dudakları biraz zayıf ve çukur çenesini öne çıkarır; inanılmaz irilikte harika gözlere sahiptir. Hoş bir dost olduğu inkar edilmez, en azından bunun en çok tadını çıkartan soylu hanımlar için. Bir alay maddi zorluk yaşaması, iş yemeğe gelince seçici, hatta eleştirel olmasını engellemez şairin. Vejeteryandır, ağzına hiç koymadığı balıktan nefret eder.

Her fırsatta yazdığı “y” harfi, bir de kadın ve yolculuklara bayılır. Kadınlardan başkasıyla konuşamadığını, sadece onları anladığını ve sadece onlarla rahat ettiğini itiraf etmiştir.

Rainer Maria Rilke İsviçre’de, Valmont’taki bir hastanede uzun süre ıstırap çektikten sonra, 29 Aralık 1926’da lösemiden ölür. Elli bir yaşındadır. Dört gün sonra sözlerini kendi seçtiği ve yazdığı mezar taşının altına gömülür.

Gül ey saf çelişki

bütün gözkapaklarının altında

hiç kimsenin uykusu olamamanın sevinci.

*can yayınları’ndan çıkan “yazınsal yaşamlar” adlı kitaptan faydalanılmıştır.