KÖSNÜL TABAKLAR, parlak kaşıklar, sıkışın sıkışın!
Yükselen koyu gri dumanların ardından parlak bir mavi seçiliyordu. Karanlık, loş ışığın armağanıydı. Yüksekleri tarayan göz, vazgeçmek üzere olduğunu düşündü. Hareketsizlik bir sigara bitimi kadardı. Ama ona yıllar gibi gelmişti. Ha, şimdi benim de cesedimi kaldırırlar buradan. Ayağının ucuyla başını ezdiği izmaritin dumanı tütüyordu. Aklını çelen en büyükleriydi.
Kamyoneti ağzına kadar doldurdu. Eskimiş eşyalar taşınırken çat pat kırılmıştı. Yıllarca kullanılmadığı için hatta kılıflarından bile çıkartılmadığı için eskimemiş bir sürü çiniler, porselenler, kap kaçak, hatta çatal bıçak takımları da vardı eşyaların arasında. Bunlar iyi para eder diye satın almıştı, toptan ne varsa. Anlaşma anlaşmaydı, ama bu kitaplar, asıl bu kitaplar ne olacaktı.
Bazıları ki iyice küflenmişti rutubetten. Bir tanesini açıp da bakacak oldu. Küf kokusu burun deliklerini sızlattı. Yeni yazıyı zor okuyordu, bu kitaplar hiç okunacak gibi değildi. Hep beni bulur zaten diye hayıflandı. Arkadaşı bazen kitaplar da para ediyor, sahaflar iyi para veriyor demese, topunu ateşe verirdi de, işte.
En son, konsolu taşımışlardı. Altın kaplamalı takımlar içinin yağlarını eritmişti. Yıllar sonra iyi bir ganimet kaldırmanın sarhoşluğu düşüncelerini bulandırıyordu. Bir iki sefer daha yapmaları gerekecekti. Yola koyulan kamyonet pat pat ilerlemeye başladı. Yolu uzundu. O gelene kadar dinlenmek istiyordu. Sigarasını yokladı. Paketi boşalmıştı. Yenisi için salona koştu. Ceketinde bir tane daha vardı, bulamadı. Ortağı arabaya giderken cebinden çekip almıştı.
Ne adammış, dedi. Burası iyi para eder tabii. Moruk işte ne olacak. Yalnız başına yaşa, öl. Sonra da malını yerler böyle. Evin sahibini araştırmamıştı. Şeceresi de ünü, unvanı da lazım değildi. Bir homurdanma duydu. Kafasını kaldırdı. Etrafına iyice baktı. Çöktü. Aklına bu evin altını üstüne getirmek de gelmiyor değildi.
Dışarı çıktı. Kamyonetin yolunu gözlüyordu. Aradan neredeyse bir saat geçmişti. Yorgundu. Öğlen vakti. Güneş tepede. Yakmıyor, o kadar sıcak değil. Büyük bir iş aldı. Bunu nihayet başardı. Babasından bilir. Eski bina çok değerlidir. Vazolar, çiniler, resimler, halı da varsa unutma. Hiç unutur muyum baba, diyor aklından neler geçtiğini biliyor. Ama bu kitaplar, onları ne yapmalıyım?
Kapılar kapanınca hemen toplantı düzeni alındı. Bu sefer iş çok ciddiydi. Adam gözü pek birisine benziyordu. Yılların eskitemediği, büyük, en Büyük Üstatları olanları en tepeden izliyordu. Gözleri artık eskisi gibi görmese de neler olup bittiğini herkesten çok iyi anlıyordu. Kitapların en ateşlileri, yerinde duramayanları tabii ki en genç, en taze olanlardı. Bunlar her zaman çok toy olurlar, hemen işe atılmak isterler, bir an önce sonuç almak için düşüncesizce hareket ederlerdi. Tarih kitaplarının bir ağırlığı vardı. Onca bilgi, onca tecrübe bir işe yarayacaktı şüphesiz. Roma Tarihi, Osmanlı Kadırgaları, Napolyon’un Mısır Seferi, Fransız İhtilali, Amerikan İç Savaşları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının sonuçlarına kadar türlü dolulukta kitaplar rafları işgal ediyordu. Savunma mı, saldırı mı? Karar veremedikleri buydu. Yok etmek mi, püskürtmek mi? Kimse tutup da adamı ikna edeceğini konuşmuyordu artık. En iyisi ne olduğunu anlamasına fırsat vermeden gözünü korkutup kaçırmaktı. Yok, bu da olmuyor adam yola gelmiyorsa en son yapılacak şey kısasa kısastı.
En tepeye baktılar. Aralarında en romantiklerden, en bilimsel kitaplara kadar hepsi son karar için biraz da ürkek beklemeye koyuldular. Büyük Üstat, biz olmazsak bu dünyada kargaşa olur, yıkım büyük olur ve canlılık büyük zaafa uğrar diye son noktayı koydu. Adamın ilk hamlesini gözeteceklerdi.
Her şey gibi bu ev de eskiyor.
İçerisi çekiyordu onu. En iyi bildiği şey toparlamaktı, sakin sakin toparlamak. Arabanın sesini duydu. Sokakta bir o. Tek ses o. Kaldırıma kadar çıkardı ortağı. Bir pazar günü, ne rehavet çöküyor ona, ne bıkkınlık.
İskeleyi tuttu. Kitapların üstüne dayadı. Basamakları çıkarken aşağıya baktı. Bilmem kaç bin kitap. İnsan kafayı yer. Sırf bu sebepten ölür ya insan. Akıl sır işi değil. Ne demeye doldurursun ah adam, ev kitap mahzeni mübarek. Bir ara iskele kıpırdadı. Tutundu raflara. Rakım başını döndürmüyordu daha. Kendini koruduğunu düşünüyordu. O sırada yukarıdan bir atlama oldu. Omuzuna vurdu yere düştü. Ha isabet, dedi ötekilere. Onlar da ha isabet düştüler yere. Adam bir çığlık attı ama ortağı tutamadı. Yerde yüz üstü yatarken buldu kendini. Git başımdan, dedi kovdu onu. Hiç itiraz etmez mi insan. Arkasından bakarken sinirleri tepesine çıkmıştı. Bir daha tırmanıyordu iskeleyi. Büyük Üstat, adamı iyice çözmüştü artık. Engelleri aşmak istiyordu adam; bu evi sahipsiz bırakmak, onları yurtsuz kılmak. Bir sarsıntı başladı. Adamın iskeleye sarıldığını gören Büyük Üstat hep beraber, dedi. Şimdi.
Nefes alması için çırpınması gerekiyordu. Ama o kolunu bile kıpırdatamıyordu.