ANNIE  SAUMONT:  SIMONE – Karaköy Mono

     Adı Simone. Şimdi Miranda ya da Axelle, Cerise ya da Océane’ı tercih eden ailelerin artık koymadığı sıradan bir isim.

    Kutsal günü  sanırım 28 Ekim. Simone/Jude’ü  sadece bir posta takviminde buldum.

  Simone H. adının tamamını vermeyeceğim. Bir insanın özel yaşamına dokunmakla suçlanmaktan korkuyorum. 

   Rüyalarımda bile onu duyuyorum ve diyor ki –güleceksiniz- Toulon’dan gelen 5168 numaralı TGV* gara girecek.

     Hayır, söz konusu olan bir film değil. Bir romansa hiç değil.

   Bu, trenlerin kalkış ve varış saatlerini anons eden kadının sesi. Sınır çizgisinden uzaklaşın. İnanılmaz sayıda gar şefinin olduğu büroya girdim. Hımm, affedersiniz, diyordum. Üzerine yığılı kâğıtların olduğu masaya eğilmiş kel bir kafa doğruluyor -bu traş edilmiş bir şef yardımcısının kafası da olabilirdi ya da bir stajerin kirpi gibi saçları. Sonradan sıkıntıya dönüşen kapalı bir ses tonu sergiliyorum, Simone H. ile görüşmem gerek. Telefon numarası ya da e-mail adresi var mıydı, rica ediyorum? Başlangıçta somurtkan olan ama devlet memurlarından beklenen güler yüzlülük çabasıyla yumuşayan bu yüzlerin önünde yalvarıyorum.  Sadece onun sık gittiği yerlerin adını bana söyleyin, tercih ettiği süpermarketi, kuaförü, pedikür salonunu, güneşin altında sevdiği dergiyi karıştırırken oturduğu bankı, bir toplantı kulübünü (spor salonu/briç/çevre dostları/herkes için dantel/kendi evinde yaşlanmak/büyük banliyölerdeki gülle kulübü/kültür ve dil kulübü/bisiklet kulübü/dağ ve deniz kulübü/borsa ve yatırım kulübü/kuyruklu yıldızda randevu/tekvando kulübü/restorasyon kulübü 3 rue Royale Paris 8/aktüel şiir kulübü). Bu asık suratlarda bir hoşnutsuzluk görüyorum.

    Kibarca ısrar ediyordum, agresif değilim. Bu araştırmada bana kolaylık sağlamıyorlar. Simone’la, benim Simone’umla, çok az  ilişiği olan her şey bende düşmanlık uyandırıyor. Abartıyorum, tam olarak düşmanlık değil, bunu sessizlikle yanıtlandıralım. Konu çok gizli, öyle görünüyor. Durumla ilgisi olmayan belirsiz bir geçmişin karanlık sözcüklerini kafamda evirip çeviriyorum. Bu, eski bir komşumun kızını cesaretlendirerek okula götürdüğü Simon arabadası*. (Adı Chantal’dı, Chantal hâlâ.) Ya da –yavaşça- mırıldanıyorum: Bağa gidelim Simone. Hasır bir sepetle.

    Bana ilkokulda ilk okuma ödülünü veren bu hoş şiir.

    Simone’u dinliyordum. Garda. O kadar çok duydum ki, sonunda bir arkadaşın sesine dönüştü bu ses. Bir sevgilinin mi? O kadar çok dinledim ki Simone’u, beni büyüledi, ele geçirdi. Treni kaçırdığım oldu. Treni kaçırmayayım diye acele etmek yerine bu büyüyü bozmamak için bir sonraki trene binmeyi tercih ettim. Metalimsi basamaklara dokunmak için ayaklarımı kaldırmaktan vazgeçerek (basamaklar biraz yüksek–ben altmış beş yaşındayım), biletim elimde kenarda oturdum. Saatler geçtikçe onu güler yüzlü, sarışın ya da esmer, uzun ya da kısa, kâh toplu, kâh zayıf olarak düşlüyordum. Nasıl olursa olsun, her halini seviyordum onun.

    Emekliliğimden beri yalnızdım. Céline çabucak pişman olmuştu evliliğimizden. Kendisinden yirmi yaş büyük olan bir ‘’yaşlı’’nın eşiydi. Kırklı yaşlarındayken basit bir mesajla beni terk etti, bir emekliyle yaşayamam. Bunun ne demek olduğunu anladım. Sürekli evde olan, eski püskü terliklerini televizyon koltuğundan , üstü gazete, dergi dolu sehpaya sürükleyen bir adamın yaşamını paylaşamazdı. Hiçbir projesi, hiçbir ya da neredeyse hiçbir geleceği olmayan bir adam. Hâlâ güzel bir eşin bakımını sağlayacak bir başka geleceğim var mıydı?

    Karım soru bile sormadı. Yeni maceralar arayarak gitti. Toparladım kendimi. Sağlığım yerindeydi.  Kanser ya da kalp krizi başıma iyi bir iş açmazsa (ya da kötü bir iş) yaşamak için bana kalan bu çeyrek asır boyunca ne yapacaktım? Uzak hayallerimin listesini tekrar gözden geçirdim. O zamanlar yolculuk yapmak istiyordum. 

    Araba hâlâ bir lükstü. Neredeyse sadece 2 CV, 4L ya da Panhard Dyna kullanım alanına sahipti. Fleche d’or ve Atlantik Ekspres’ın hâkimiyeti vardı. Kocaman buharlı lokomotiflerin bir sürü yumurcağı yaz kamplarına ya da buna karşı çıkmaya cesaret edemeyen ebeveynlere doğru çektiği bir zamandı. (Tren sadece kapılar kapalıyken çalışır eğilirsen kömür parçalarına dikkat et çocuklara kapının kilidiyle oynamalarına izin vermeyin ve trenin tamamen durmasını bekleyin.) Babamın trenin gelmediği saatlerde domates ve turp yetiştirdiği -babam demiryollarında çalışıyordu- o servis bahçesini dolduran dumanı içime çekerek gitme hayalleri kurardım.

    ‘’Bedava gidiş’’ için gecikmiş öğrenci statümden yararlandım. (Baba demiryolu işçisi, oğlu hâlâ onun sorumluluğunda sayılıyordu.) Çok konforlu değildi ama ilerlemeler vardı. Tahta koltuklar kaybolmuş, buharın yerini elektrik almıştı. Seyahat ediyordum ama bu başıboş gezintiler sırasında gördüklerimin tadını çıkarmıyordum, Bourges Katedrali, Camargue Boğaları, Montauban’daki Ingres, Raz Köprüsü, Alsace Kasabası, Bar-sur-Aube ve onun huzurlu kilisesi. (Hatta bir süre oradaki  Buketli Bakire’ye delice aşık olsam da.)

   Şimdi artık sabırsız değildim. Tek arzum, Celiné’nin gürültü patırtısından sonra, sevecen ve yumuşak bir sesin avuntusuydu.

      TGV 8309 Dunkerque’e gidecek olan tren hareket edecek.

      TGV 7013 İrun ve Cerbere yönünde.

    Anketi takip ettim. Mahallemdeki kütüphaneci bana yardım etti, internetten araştırma yaptı. Ben bütün siteleri karıştırdım ama o en önemli adreslere yöneldi. Bana içinde Simone geçen yayın numaralarının listesini yazdı. Demiryolları dökümantasyon merkezine gitmek için uzunca bir süre tereddüt ettim. Sonra: 

   -Ah öyle mi, bu sizi ilgilendiriyor mu?- Liège sokağı No:6. Sakin bir yer. Tren garında büroda çalışanlardan biri bana La vie du rail* koleksiyonunu verdi. Ben Simone’nun  yaşamını istiyorum. Onu renkli bir fotoğrafta gördüm.  Sarışındı, kırmızılar içindeydi.  Kan kırmızısı ona yakışıyordu. Fotokopiler için elimde avucumdaki  dört euro serveti verdim. İşini çok sevdiğini gösteren yarım düzine portre ve itiraf. Elbette onu gerçekte değil, sadece profesyönel bir yayının sayfalarında göreceğimi biliyordum. Yokluğun acısını hissettim. Söz konusu Simone muydu yoksa Céline mi, bilmiyordum. Ya da genel olarak kadınlar mıydı? Var olma biçimim bunalıma dönüşüyordu. Karamsar düşüncelerle kaldırımda yürüyordum. Bir tren tarafından ezilmek içten bile değildi. Olanlar şimdiden midenizi bulandıracak. Kanlı bir mağmaya dönüşen bu zavallı beden bir plastiğe konulacaktı. Yavaş yavaş, bir afacanın oyun oynarken hipermetrop olan gözümü, kulak mememi ya da serçe parmaklarımdan birini almasından, sonra da bu çocuğa bir tokat aşk etmekten korkarak son kalıntıları süpürge ve kürekle toplayan çöpçü heriflere acıyordum. Yaşamın bu boktan sorunları, zamlanan tütün, mahallenin insanları arasında sıcaklığın olmayışı, ödenmemiş vergiler, çorabın deliği, rüzgârın alıp götürdüğü çatı, nitrik asit tuzunun mahvettiği su, zırvalayan bir politikacı, köpek dışkılarının kirlettiği kaldırımlar ve Simone’u bulmak için geçirdiğim bütün bu zaman birden önemini kaybediyordu. Ve hiçbir şey bundan daha önemli değildi. Bunu bitirmek gerektiğine karar verdim.

    Dün benimle konuştu. Bu kez emindim, bana gerçek bir mesaj iletiyordu. Kişisel. Kaçık olduğumu söylüyorlar, bana bunu açıklıyorlar. Bilimsel çalışmalar, çevre düzenlemesi, ekran kurma. Beni kaydedilmiş bir sesin tavsiyelerinden kulak verdiğime ikna etmeye çalışıyorlar. Uzun zaman oldu. Program çok yoğun. Öncelikle denemeler. Cümle parçaları. Sonra garda gürültüyü emen ve ses yankısını sınırlandıran malzemelerin kullanımı için eğitime devam ettim. Bu, aylar hatta yıllar aldı.

    Bu kadar teknik detay yeter.  Bir hayli sıktım sizi.

    Simone’nin sesi kalıyordu, onun zorlu ısrarı. Her ne kadar beni sakinleştirmeyi deneseniz de ben bu seste buluyordum bu ısrarı. Kendimi tam trenin önüne atacakken bir imdat bana yetişti. Onun sayesinde hayattayım. İsteğine boyun eğdim. Hâlâ yaşıyorsam bu onun bana seslenmesi; dün sabah saat altı elli yedide meleksi bir şefkatle ağzından çıkan: Sınır çizgisinden uzaklaşın.

    Şimdi dinleyin. Merkez konusunda size blöf yaptım. Binlerce hayranın benim Simone’mi bulacaklarını umarak telaşlanmalarını istemedim.  Rue de Liège No: 76 değil. 

    Simone’e, onun büyülü gücüne inanıyorum. Cömertliği, sizinle her şeyi paylaşmak zorunda bırakıyor beni. Onun insancıllığından nasibinizi almamanız için hiçbir neden yok. Geçici kimlik kartınızın karşılığında size kapıları açan bir rozet veriliyor. Bu sadece Simone’nin gülüşü (La Vie du rail,9. Sayfa, No: 2878). Bunun size iyi geleceğinden eminim. Paris’te No: 45, rue de Londres. Saint-Lazare ya da Havre-Caumartin Metrosu. Saatleri sekiz otuzla on iki;  on dörtle on yedi arası. Orada hava güzel. Çeşmeden akan kaynak suyundan içebilirsiniz. Koltuklar rahat. Sizi karşılayan insanlar sıcakkanlılar. 

      Deneyin.

TGV: Fransa’nın demiryolu işletmesinin kısaltılmış şekli.

Simone Arabada: Fransızca’da ‘’haydi gidelim’’ anlamında bir deyim.

La Vie du rail: Demiryolu’nda çalışanlarla ilgili süreli bir yayın.

 

Not: Fransızca aslından çevrilmiştir.