İki anahtar kelime: Tutku ve Sabır – Karaköy Mono

Türk edebiyatının yaşayan en önemli ve üretken yazarlarından biri olan Mario Levi’yle özellikle yazma sanatı üzerine güzel bir söyleşi gerçekleştirdik.

Özellikle yazar adaylarının dikkatle okuması gereken bir yazı. Üstelik çok da keyifli.


Okulunuzdaki odanızda buluştuğumuz için, buradan başlayalım; ne zamandır Yeditepe Üniversitesi’ndesiniz?

Bu yıl Yeditepe Üniversitesi’ndeki yirminci yılımı dolduruyorum, yani kuruluşundan itibaren burada ders veriyorum. Reklamcılık dersleri vererek başladım kariyerime. Bir dönem reklam yazarlığı yaptım. 1997’de İşletme Fakültesi’nde yüksek lisans dersleri veriyordum. Sektörden birçok hocayı davet ediyorlardı, ben de onlardan biriydim. İletişim Fakültesi’nde reklam dersleri verdikten sonra birdenbire yazar olduğum keşfedildi, bu yönümü deşifre etmiş oldum.

Şimdi ne dersi veriyorsunuz?

Amerikan üniversitelerinde verilen creative writing derslerini, yani yaratıcı yazarlık derslerini vermeye başladım böylece. Vermiş olduğum bu derslerin şöhreti birilerine ulaşmış olduğundan olacak, üniversite dışında bazı kültür kurumlarından yazarlık teklifleri gelmeye başladı. 2003 yılında da yazı atölyelerine başladım.

Derslerimde öğrencilerime sadece yazmaya değil kitap okumaya da elimden geldiğince teşvik ediyorum.

Kimleri okumalarını tavsiye ediyorsunuz öğrencilerinize?

Özellikle seçtiğim isimler yok. Şu diyemem, ama gerek dünya edebiyatında gerek Türk edebiyatında gerek klasiklerde gerek günümüz edebiyatında tercihlerim var. Tabii bu arada amaç öncelikle ve öncelikle okuma zevkini aşılayıp okur kazanmak. Okumanın sanılanın aksine ne kadar keyifli olduğunu da gösterebilmek. Böyle olunca, okuma alışkanlığı olmayan bir öğrenciye Ahmet Hamdi Tanpınar’ı oku diyemezsiniz, hatta dememelisiniz. Ama günün birinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ı okumasının iyi olacağını telkin edersiniz. Ondan önce daha rahat okuyabileceği metinleri okutursunuz. Mesela gidip Yusuf Atılgan’ın Aylak Adamı’nı okumasını söylersiniz. Tabii ki bunu yaparken çoksatanlara hiç kaymıyorum, hatta onları mümkün olduğu kadar liste dışı tutuyorum çünkü ben ne olursa olsun okusun görüşüne inanmıyorum. Yeter ki okusun, basit bir romansa da okusun fikrinin doğru olduğuna inanmıyorum. Hem bilgi kirliliği oluyor hem de emsal teşkil ediyor. Böylelikle bazı yazar adayları ya da genç yazarlar, bak madem böyle romanlar satıyor, biz de böyle romanlar yazalım demeye başlıyorlar. Dolasıyla iyi örnek kendini yok ediyor kendiliğinden.

Biz büyük emek verdik yazar olmak için. Kendi adıma söyleyeyim, neredeyse 35 yıl oldu ilk yazımın yayımlandığı günden bu yana, çok büyük bir çaba sarf ettim. Çok okuyarak kendimi geliştirmeye çalıştım. Herkesin böyle olması gerektiğine inanıyorum.

Reklamcılıktan yazarlığa geçişiniz nasıl oldu?

Tesadüflere inanmam. Her şey belli bir sistem dahilinde gelişir bence. O sitemi bazen çözebiliyoruz, bazen çözemiyoruz, ama şunu söyleyebilirim sadece tesadüflere inanmak söz konusu olsaydı şunu söyleyecektim; ben Fransız dili ve edebiyatı mezunuyum. O yıllarda çok değer verdiğim bir sıra arkadaşım oldu. Edebiyat konusunda benden çok daha bilgiliydi. Uzun sohbetlerimizin ardından bir gün bana mutlaka yazmam gerektiğini söyledi. Biraz onun teşvikiyle ilk öykülerimi yazmaya başladım, sonra da yol aldım. Bu işin tesadüf kısmı. Ama ben şundan inanmıyorum, muhtemelen farkında olmadan yazarlığa hazırlamışım kendimi. Eskiden utanıp söyleyemezdim, şimdi gülümseyerek anlatıyorum, ortaokul ve lisede çok vasat bir öğrenciydim. Karlofça Antlaşması’nın maddeleri ve tarihini öğrenmek zorunda kalmak beni çok sıkardı. Ama bunun yanında kompozisyon derslerinde çok başarılıydım. O kadar seviyordum ki, yazdıktan sonra çevremdekilere de okumak istiyordum. Günlük de tutuyordu. Bunu yaparken edebi kaygım vardı. 14- 15 yaşlarımda roman girişimim oldu. On beşinci sayfadan sonra devam edemedim tabii ama yine de denemeydi. Demek ki kendimi yazar olmaya hazırlamışım ve bunu bir değer olarak görmüşüm. Lisenin son iki yılında Fransız edebiyatı dersimizde çok güzel bir kitabımız vardı ve ben oradaki bazı yazarların fotoğraflarına bakarken hayaller kurardım.

“Hayalim kitapları olan bir yazar olmaktı”

Yazar olmak için bir disiplin gerekli mi? Bende bir şey varmış, arkadaşım onu çıkarmamda yardımcı olmuş dediniz. Bu herkeste var mıdır, herkes yazar olabilir mi?

Bu çok temel ve benim çok önemsediğim bir soru. Birincisi disiplin kesinlikle gerekir. Bir tür olarak şiir adına konuşmak istemiyorum. Şiirin farklı bir disiplin olduğunun farkındayım ve ben cazip bulmuyorum çünkü kendimi daha çok hikâye geleneğinden gelen biri olarak görüyorum. Böyle bir durumda edebiyat metninin kesinlikle çok çalışılması gerektiğini, çok çaba sarf edilmesi gerektiğini, yani bir yazarın kendisini geliştirmesi için çok zaman ayırması gerektiğini, başka zamanlardan feragat etmesi gerektiğini ve bunu bir feragat olarak görmemesi gerektiğini söylemek istiyorum.

Prensipte herkes yazar olabilir. Aksini söylesem kendimi hiç görmek istemediğim bir yerde görürüm; sanki kendimi övüyormuşum gibi.

Bunun için ne lazım?

Yetenek deniyor.

Tüm samimiyetimle söyleyeyim inanın emin değilim. “Bende yazma yeteneği yok,” düşüncesine çok inanmıyorum. Buradaki mesele yetenek değil çok istemek. Ben yazar olmayı çok istedim ve bunun üzerine hayatımı kurdum. Hayat hedefi olarak gördüm. Üniversite yıllarımda iki hayalim vardı; biri üniversitede hoca olmak, diğeri de kitapları olan bir yazar olmak.

Kitaplarınız çok okunuyor. Söyleşi ve imza günleri dışında hayatın içinde ilginç karşılaşmalar oluyor mu?

Geçenlerde beni çok mutlu eden ve çok duygulandıran bir olay yaşadım. Kadıköy’de bir kitapçıda ödeme yapmak için sıra bekliyordum. Bir kitapçıda sıra olması da ayrı güzel. Önümde gençten bir adam, gençten dediğim otuzlarının ortalarında. Elinde benim bir kitabım Size Pandispanya Yaptım. Sırası geldi, kitabın parasını ödedi, aldı, poşete koydu, çıktı gitti. Beni fark etmedi, ben kendimi fark ettirmek için hiçbir çaba sarf etmedim. Bu benim hayallerimden biriydi.

Okunan bir yazar olmak isteyenlerin nelere dikkat etmesi gerekir?

Bunların karşılığını görmek çok güzel ama size şunu söyleyeyim, iki anahtar kelime var. Bu, mesleğini ciddiye alan herkes için geçerli. Tutku ve sabır. Ben tutkulu bir insanım ve hayatı da öyle yaşıyorum. Çok aklıselim değilim. Yazarlar ilişkilerini alışılagelmiş bir şekilde sürdüremezler. Kötü bir insan olduğumdan değil ama benimle yaşamak zordur. İşime kendimi çok kaptırdığımdan. Tutku güzel bir şey, çabayı da beraberinde getiriyor, yük olmaktan çıkarıyor ve onu zevk haline getiriyor. Sabır da çok önemli. Şu kesin ki hemen olmuyor.

İlk roman ya da kitabından diyelim çok iyi olabilir mi yazar?

Üslup yirmi beş yılda oturur. Anacak ondan sonra yazar otomatiğe bağlar, bu üslupta yazar. Yakınlarım, yazdıklarımı da bilenler bazı sohbetlerde benim cümlelerimi taklit ederler, sen olsan şunu şöyle yazarsın derler. Bu da güzel bir şey tabii.

Yazmaya başladığınızda bir kerede mi yazıyorsunuz, tekrar tekrar yazdığınız oluyor mu?

Tekrar tekrar. Sayfaları buruşturup yere atmıyorum ama önce el yazısıyla yazıyorum. Birinci aşama nasıl geliyorsa öyle. İkinci aşama düzenleme. Roman yazıyorsam ve bazı yerlerde kurgu hataları varsa onları düzeltiyorum. Bu aşamadan sonra roman bitmiş demektir. Bir de bilgisayar geçirme aşaması var. Şimdi yazmakta olduğum romanda bu aşamadayım. Orada da metin sürekli kendini geliştiriyor, en azından benim gözümde. O da bittikten sonra bir çıktısını alıyorum ve yaklaşık on on beş gün hiç bakmıyorum o orada demlensin diye. Tekrar üzerinden geçip düzeltmeler yapıyorum ve yayınevine öyle teslim ediyorum. Bunu yapıyorum çünkü edebiyat metninin sürekli kendini geliştirdiğine inanıyorum.

Üretken bir yazarsınız. Konuları nasıl buluyorsunuz? Yazmaya başlamadan tüm hikâye kafanızda bitmiş mi oluyor?

Kesinlikle rüzgâr nereye atarsa değil. Yazı atölyesindeki öğrencilerime de şunu tavsiye ediyorum; kaç sayfalık bir roman yazacağımı en başında bilmiyorum, ama hikâyeyi baştan sona kafamda yazarım. Kalemi elime alıp yazmaya başladığımda nasıl bir hikâye yazacağımı bilirim. Dolayısıyla rüzgâr nereye götürürse değil tam olarak ama yine de rüzgârın etkilerini kendime açık bırakırım. Bir plan yaptım yazdım, onuncu sayfada şu olacak, yirmi sekizinci sayfada şu olacak gibi bir şey yok. Önümde o kadar net bir plan ya da taslak yoktur. Çok kahraman varsa bunların soyağacı yoktur önümde. Her şeyi zihnimde yazmışımdır, öyle başlarım kâğıda dökmeye. O anda bazı sürprizler, hikâyeyi daha derinleştirebileceğine inandığım yeni ayrıntılar girebilir. Onlara da açık kapı bırakıyorum. Böyle olmasından da büyük bir mutluluk duyuyorum. Birdenbire hikâye kendini geliştiriyor.

Neden hikâyeyi önceden kafanızda kurgulayıp yazıyorsunuz?

Çok basit. Çünkü eğer başlayalım, gidebileceğimiz yere kadar gidelim derseniz çok dağılma ihtimaliniz var. Nereye gideceğinizi bilemezsiniz. Tekneniz rüzgâra açık olsun, ama dümeni de elden bırakmayın ve varılacak limanı da bilin.

Eğer isterseniz arada başka limanlara da uğrayın.

Romanın kurgusunu kafanızda yaparken bu hayatınızın ne kadarını kaplıyor? Hep içinde mi yoksa o da bir mesai mi?

Hayatımın her anında var yazarlık. Her anı yazmak için ayrıca değerlendiriyorum. Fakat mesele sadece bu değil. Toplu taşıma araçlarına binersiniz, orada birtakım insanlar çıkar karşınıza. Onların hepsi benim avlanma alanım içindedir. Biri bir hikâyenin konusu olabilir. Bunu geçmişinizdeki bazı olaylarla harmanlayabilirsiniz. Geçmişinizde bir yere yerleştirdiğiniz biri olmuş mesela, unuttuğunuzu sanırsınız ama aslında unutmamışsınızdır çünkü hard disk onları kaydetmiştir. Sonra birdenbire onları bir olayla ya da anlattığınız bir kahramanın ruh durumuyla birleştirip bir kullanırsınız. Birçok kahramanım öyle olmuştur. Ben şuna da çok inanıyorum, bazen kızlarım takılır bana, uydur uydur yaz. Ben de uyduruyorum ama sıkıysa siz uydurun diyorum. Uydururken bile gerçekten korkmuyorum. Geçmişten de gerçekten de korkmuyorum. İnsan sadece bildiği şeyleri uydurabilir. Ben neden Afrika’daki bir voodo ayinini anlatmıyorum? Kültürümde öyle bir şey yok çünkü. Bu anlamda, hayatımızda iz bırakanlardan hareket ederiz.

“Şovenist diyen bile olmuştu”

Kitaplarınızda İstanbul çok baskın. Sizin en iyi bildiğiniz şey İstanbul mu?

Evet. Hatta şöyle söyleyeyim; bir keresinde çok bocalamıştım. Almanya’da hangi şehir olduğunu hatırlamıyorum, bir konuşmada çok bocalamıştım. Salonda iki yüze yakın dinleyici var, yarısından fazlası Türk. Almanya’daki Türklerin çoğu Anadolu kökenli. Birden bir eleştiri dalgası oluşmaya başladı siz İstanbul şovenizmi yapıyorsunuz diye. Siz elitistsiniz gibi şeyler söylendi. O anda durumumu savunmaya çalıştım ama cevabımı veremedim. Bir daha da böyle bir şey gelmedi başıma. Ama gelseydi şunu söylemem gerekirdi diye düşünüyorum; beni bir İstanbul şovenisti olarak görüyorsanız görün, ama ne yapayım, insan en iyi bildiğini anlatır ve ben hâlâ bunu tüketemedim.

Mekân birçok yazar için önemli yer tutuyor. Sizin için nerede mekân?

Ne mutlu bana ki sevdiğim, hayran olduğum birçok yazar benimkine benzer durumlardan geçti. Tanpınar’ın, Yahya Kemal’in, Sait Faik’in İstanbul’u… Onlardan bahsetmeyeceğim sadece. Yelpazeyi daha da genişletmek istiyorum; Kafka’nın Prag’ı James Joyce’un Dublin’i, Virginia Wolf’un Londra’sı… Birileri sordu mu bunlara neden sadece bunu anlatıyorsun diye, hayır. Ama gerek de yok çünkü metin mekân ilişkisi, mekânın ruhu çok önemlidir. Öyle anlam kazanır birçok metin. Yine ne mutlu bana ki deli dolu bir şehirde yaşıyorum.

Bir şeyi bilmek sevmek anlamına gelmez. İstanbul’u iyi biliyorsunuz evet, ama seviyor musunuz peki?

Sevmediğim tarafları elbette var ama şunu söyleyeyim, âşık olduysanız bilirsiniz, bazen onsuz yapamazsınız, her anım onunla geçsin. Bazen de pataklamak istesiniz. İşte İstanbul’la ilişkimiz böyle.

Yazın hayatınıza öyküyle başladığınızı görüyorum. Daha sonra roman geldi. Roman öykünün bir üst modeli mi?

İki tür de kendi içinde çok değerli benim için. Sadece bir dönem roman bana daha cazip geldi. Karakterim itibariyle kendimi romana daha yakın hissediyorum. Ama öyküyü hâlâ çok önemsiyorum, nitekim son kitabım Bir Cümlelik Aşklar bir öykü kitabı. Bu benim yirmi beş yıl aradan sonra yayımlanan ilk öykü kitabım. Öyküye çok gecikmiş bir dönüşüm olmuş oldu. Öykü türünü önemsiyorum ama kendi ölçülerime göre de biraz zorlamak istiyorum. Bir Cümlelik Aşklar’ı yazarlık hayatımın en önemli kitaplarından biri olarak görüyorum. Edebiyat açısından da Bu Oyunda Gitmek Vardı’dan daha önemli bir kitap bana göre. Kısa öyküyü denedim orada, benden önce çok deneyen oldu. Benim yaptığım şu; yarım, bir ya da bir buçuk sayfalık öyküler ama hepsi tek cümle. Yüz cümle var.

Hepsi aşk üzerine mi?

Sadece aşk yok. Yaşanmışlıklar, yarım kalmışlıklar ve kırıklıklar, pişmanlıklar, umutlar var. Yani her şey bir arada.

Bu Oyunda Gitmek Vardı’da iki son var. Okuru şaşırtmayı seviyorsunuz sanırım.

Evet. Hayatı da böyle seviyorum. Muzip bir tarafım var. Şu an yazdığım romanımda bu şaşırtma daha da çok var. İki yazar var ve birbirleriyle kavga ediyorlar.

Akademisyenlik, gazete yazarlığı, radyo ve televizyon programcılığı… Bu kadar çok şeyi nasıl aynı anda yapabiliyorsunuz?

Keşke daha fazlasını yapabilsem. Yazarlığa çok tutkuyla bağlı olduğumdan bir enstrüman çalma hayalimi hiç gerçekleştiremedim. Hepsini yapmayı seviyorum ama en güzeli kitap yazmak, o yüzden vakit yetersizliğinden diğerlerini yapamıyorum bu aralar.

Yayıneviniz değişti ve kitaplarınız Everest’ten çıkmaya başladı. Bir kırgınlık mı yaşandı eski yayınevinizde?

Uzun yıllar kitaplarım Doğan Kitap’tan çıktı. Oradan ayrılmak için somut hiçbir nedenim yoktu. Oradaki herkes benim çok sevdiğim insanlardır. Hâlâ görüşürüm. Eski kitaplarım hâlâ oradan çıkıyor. Everest’in bana profesyonel anlamda çok cazip bir teklifte bulundu. Tek gerekçem buydu oraya geçmek için.

“İyi bir edebiyat kuşağı var”

Eminim okurlarımız Mario Levi’nin tavsiye edeceği kitapları şimdiye kadar okumamışlarsa okumak isteyeceklerdir.

Benim için olmazsa olmazlar var, mutlaka okunmasını tavsiye edeceğim. Dostoyevski’nin Budala, Karamazov Kardeşler, Beyaz Geceler, Ecinniler, Yeraltından Notlar, Suç ve Ceza en sevdiğim romanlar arasında. Virginia Wolf benim idollerimden biri. Deniz Feneri, Mrs. Dalloway, Dalgalar. O romanların çok önemli olduğuna inanıyorum. Kafka Dava, Dönüşüm’de çok önemli. Çehov’un oyunları keza öyle. Camus’nün Veba ve Yabancı romanları. Çok sabırlı olanlar Marcel Proust’un Kayıp Zamanları’nı okuyabilirler. Hepsini olmasa bile en azından bir veya iki cildini.

Dünya edebiyatından çağdaş bir iki isim istesem…

Çağdaşlar arasında Milan Kundera, Umberto Eco çok önemli yazarlar mesela.

Umberto Eco’yla tanışma fırsatınız olmuş muydu?

Evet, çok cana yakın biriydi. Hasbelkader birkaç dil bilirim ama İtalyancam bazılarına göre zayıftır. İlk karşılaşmamızda elimden geldiğince İtalyanca konuşuyorum. Bocaladığımı anlayınca, hadi gel Fransızca konuşalım dedi.

Bir konuşmamızda kendisine, “Şu Gülün Adı romanın var ya, onun best seller olmasını anlayamıyorum,” dedim. Gülümseyerek, neden diye sordu. “Çok iyi ama çok kazık bir roman,” dedim. “Ben de anlayamıyorum,” dedi.

Türk edebiyatında sevdiğiniz isimler kimler?

Çağdaş Türk edebiyatında çok sevdiğim, ustam olan isimler var. Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Reşat Nuri Güntekin gibi. Bir dönem Bilge Karasu’dan çok etkilendim. Oğuz Atay’ın özellikle Korkuyu Beklerken kitabından. Şahsen tanıma bahtına erdiğim Tomris Uyar. Onu da çok tavsiye ederim. Kimi sever kimi sevmez, Selim İleri benim en favori yazarlarım arasındadır. O da benim gibi çok çalışkandır. Murathan Mungan, Füruzan, Ayfer Tunç, bazı romanlarıyla Buket Uzuner.

Sizin kuşaktan sonra gelen isimlerden beğendiğiniz yazarlar var mı?

Hakan Günday, Murat Menteş, Murat Uyurkulak benden sonra gelen kuşakta sevdiğim yazarlardan.

İyi bir edebiyat kuşağı var. Güzel bir gelişim yaşanıyor. Türk edebiyatında çok öykü yazılıyor, bu da güzel. Edebiyat dergileri öykülere yer veriyor.

Mario Levi’nin yeni kitaplarını ne zaman okuyabileceğiz?

Yeni romanımı mayıs ayının sonunda bitiririm büyük ihtimalle. Onu bitirdikten sonra da öykü kitabımı ekim ya da kasımda bitiririm. Fakat onu ne zaman yayımlarım henüz karar vermedim. Roman ekimde çıkar büyük ihtimalle.