Birhan Keskin: “Olur da Yanlışlıkla İntihar Edersem Diye Korkarım” – Karaköy Mono

Bu röportajı deşifre edip, bir giriş hikayesi yazmak için Haziran’ın ortasında yağmurun yağmasını bekledim. Şair Birhan Keskin gibi sıcak havalarla arası çok da iyi olmayanlardan olduğumdan da değil, sıcak bir havanın etkisinde olmaktan ürktüm. Sanki sıcak havada yazsam bu satırları; şaire saygısızlık edecekmişim gibi hissettim çünkü. Heyecanımı, gördüğüm en soğukkanlı karizmayı yahut anlattıklarının kulağımdaki etkisini romantik bir genç kız gibi bahsetmek istemediğimden de olabilir.
Bugün, yağmurlu bir Haziran günü, klavyenin tuşlarına hiç bu kadar özenle dokunmamıştım, çünkü Şair Birhan Keskin’e merakla sorduğum soruların cevaplarını sizlere aktarmak için yazıyorum.


Aileniz, şiirlerinizle ilk tanıştığında nasıl tepki vermişlerdi?

İlk şiirim, hatta benim ilk karalamam diyebilirim, 1984 yılında bir dergide yayınlanmıştı. Kimseye göstermemiştim. Şiirlerimi göstermekten utanırdım ben, uzun zaman şiirlerim mahrem bir şeydi benim için. Sonra alıştım.

Merak ettiğim kısım aslında sonrasında, elbet bir zaman geldi ve şiirlerinizi okudu aileniz. Mesela, sizin bu denli hüzünlü olduğunuzu biliyorlar mıydı ya da sormadılar mı hiç neden böyle olduğunuzu?

Hayır. Çok uzun yıllar ilgi göstermediler. Annem bile son birkaç yıldır ilgi duyup okuyor şiirlerimi. Onlar için benim şiir yazıyor olmam çok da matah bir şey değildi. İlgileri olsaydı anlardım.

Dünyayı, hayatınızı doğayla tasvir ettiğinizi hissediyorum. Siz de böyle düşünüyor musunuz?

Yanılmıyorsun. Doğaya bakmadan dillenemiyorum ben. Ama zaten bu topraklarda, bu dilde şiir, tabiata bakmadan dillenebilen bir alan değildir. Hatta bakmaktan da öte, onu idrak etmek ve hatta onun bir parçası olduğunun farkına varmak… Sadece bana özgü bir şey değil bu, bu dilde yazan şairler için hep böyleydi. Bizim içine doğduğumuz kültürde tabiatın bir parçası olmak, ondan olmak önemlidir. O yüzden Pir Sultan Abdal’ın bir şiirinde; “sen niçin inilersin” diyor sazına; “bağrım oyuk, boynum bükük, onun için inilerim ben” diyor sazı da. Sazına insan muamelesi yapıyor. Aşık Veysel “Kara Toprak” diyor. Böyle bir geleneğimiz var. Bu sebeple batı şiirinin karşısında bizim şiirlerimizin tabiatçı olduğunu düşünüyorum. Tabiata bakan, oradaki hayreti gören bir dilin şairiyim ben.

Bir şair, hayata şiir yazarak mı katlanır?

Sen nasıl katlanıyorsan hayata, ben de üç aşağı beş yukarı aynı şekilde katlanıyorum.

Dışavurum olarak iletişim diliniz şiir değil mi ama?

Şiir yazıyor olmanın hayata katlanmaya bir artısı olduğunu sanmıyorum. İçinden çıkarıp, dışarıya koymak anlamındaysa, bunun belki sağıltıcı bir etkisi vardır.

Peki bir derdiniz olduğunda, o derdi yaratan kişinin karşısına geçip derdi anlatmayı mı, derdi bir şiire çevirmeyi mi tercih ediyorsunuz?

İkisi birbirinden çok ayrı durumlar. Birine bir dert anlatmaksa; oturur anlatırsın o derdi. Ama şiir yazmakla bunun pek ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Şiirin kendi uzay zamanı, mekanı var. Mesela arkadaşınıza, sevgilinize, annenize babanıza laf anlatmak başka; şiir yazmak ise başka bir şeydir. Zaman zaman gündelik hayatı da şiire taşıyoruz ama oturup dert anlatmak, izah etmek de zorundasın; şiir yazmaksa başka bir durum.

Konuyu değiştiriyorum o halde; evinizde çiçek besliyor musunuz?

Evimde, balkonumda istemeyeceğiniz kadar çiçek var. Neden sordun bunu?

Şiirlerinizi okurken bu merak uyanıyor bende çünkü. Çiçekleriniz varsa, onlarla iletişiminizi merak ediyorum.

Ben saksıda ağaç bile yetiştiriyorum. Yeşil parmaklı insanlardanım. Bir meyveyi yediğimde, çekirdeğini saksıya koyarım. Çekirdeğini saksıya koyduktan sonra büyüyen bir şe ali ağacım vardı mesela, yıllarca meyve verdi. Çiçekler konusunda en güzel sözü Cioran söyler; ‘Bana kalırsa çiçekler insandan çok daha önce vardı ve insanın gelişiyle hâlâ içinden çıkamadıkları bir şaşkınlığa gömüldüler’.

Sosyoloji okudunuz, mesleğiniz olan şairlikten de kaynaklı siz çok iyi bir gözlemcisiniz.

Şairliği meslek olarak görmüyorum. Meslek, para kazandığınız, mesaiye gittiğiniz bir çalışmadır. Bazı şairler için şairlik meslektir. Mesela İlhan Berk için, o sabahları uyandığında çalışırdı. “Şiire çalışmak,” derdi buna. Ben asla öyle biri olmadım. Şiir benim için bir meşrep, bir oluş hali. Bu hal bazen var, bazen de yok, olmadığında da herkes gibiyim ben de. Mesela son kitabımı çıkardığımdan beri henüz bir şey yazmadım. Bazen iki üç sene hiç yazmadığım oluyor. Meslekten olsaydım, çoktan atarlardı beni bu meslekten.

O zaman meslek yerine kimlik ya da ceket desem şairliğinize; sosyoloji eğitiminizle birleştiğinde çok detaylı bir gözlemci olmanız bir lütuf olabildiği kadar lanete de dönüşebilir mi?

Haklı olabilirsin ama iyi bir romancı bir şairden daha iyi bir gözlemcidir. Daha iyi bir hafızası vardır, benim hafızam berbattır mesela. Çok çabuk unuturum, bir sürü şeye kepenk indiririm, görmem. Kim bilir bu belki de kendimi koruma yöntemlerimden biridir. Ama tabii şairin sözüyle, romancının sözü aynı şey de değildir. Şair bir duyuşla iş yapar, o yüzden kısa, öz ve atiktir anlatısı. Roman daha detaylı, uzun uzun yayarak anlatırken şiir bir çırpıda, keskin, kristalize olarak anlatır olan biteni.

Sizin gibi derin bir şairin, sanatçının pes ettiği olmuştur, değil mi?

Derin mi? Üstüme alınmıyorum ben o derin sözcüğünü.

Rica ederim, bence derinsiniz. Sorum şöyle aslında; pes ettiğiniz dönemlerde, her ne kadar bu kelimeyi dillendirmek istemesem de; intiharı düşündünüz mü hiç?

İntiharı hiç düşünmemeye çalışarak yaşadım şimdiye dek. Öylesine çekindiğim bir konudur ki, intihar eden yazarları, şairleri de okumam ben. Olur da yanlışlıkla intihar edersem diye korkarım. Benimle intihar meselesi arasında kalın bir duvar vardır açıkçası.

Kendimden de yola çıkarak sizde merak ettiklerimden biri; çocukluğunuz.
Nasıldı? Büyüdüğünüz ev nasıldı? Ya da çocukluğunuzdan zihninize yerleşen bir anı, bir sahne var mı bana anlatmak istediğiniz?

Beş yaşındayken İstanbul’a getirildim. Kırklareli’nden buraya geldiğimizde dört tarafı bahçe olan bir evimiz vardı. Babam da epey muzır tuhaf bir adamdı, geceleri asmaların altında oturur bize korku hikayeleri anlatırdı. Mezarlıklarda geçen bir tekir kedi hikayesi vardı mesela, gece yarısı bunun gibi korku hikayeleri anlatırdı. Sonra da “Evin etrafını kim dolaşırsa iki buçuk lira vereceğim,” derdi. Çok denediğim de olmuştur o evin etrafında dönmeyi, dönemeden hep geri dönmüşümdür. Pedagoji formasyonu sıfır bir babanın kızıyım ben işte. (gülüyor)

Peki o zamanlardan beri sakladığınız bir eşya var mı evinizde?

Yok, eşyaları da nesneleri de, hatta kitapları bile tutmam ben, zamanla biriken her şeyi azaltmayı severim. Biriktiren bir insan değilim. Biriktiren insanları da zerre kadar anlamam. Mümkünse en az eşya ile yaşarım. Bu huyum şairliğimle uyumludur bak! Şiir de eksilterek yazılır çünkü.

Şiirlerinizin bir dışavurum, bir his paylaşımı olduğunu düşündüğümden, dolayısıyla belki eşyalarınızı başkalarına vermek de bir paylaşım hissi yaratıyordur. Olabilir mi acaba?

Bilmiyorum. Eşyadan söz edeceksek, eşyanın insanların hayatını zapt ettiğini düşünürüm. Bugün, pek çok evde eşyalar oturuyor, insanlar değil. Bu sinirimi bozan bir şeydir. Bir evde ben oturmak isterim, eşyalar oturmasın.

Hep böyle miydiniz yoksa sonradan uyguladığınız bir karar mı bu?

Hep böyleydim. Mesela bundan on sene önce evde bir tadilat yaptım, otuz yedi koli kitap dağıttım. Bu kadar kitapla bir kütüphane kurulabilir, ama benim evim kütüphane değil ki. Zaten küçük bir evim var, kendime yer açmam gerekiyor. Türklerin en sevdiği şey eşya biriktirmektir. Annelerimizin mi babalarımızın mı mirası bilemem ama hiçbir şeyi kıyıp atamazlar. Ben çok rahat ederim fazlalık olan bir şeyden, eşyadan kurtulduğumda. Birine verin, başkası kullansın o eşyaları.

“Dünya, insanoğlu ile boktanlığına kavuşur.”

Klişe bir soruyu sormak zorunda hissediyorum kendimi; o “umutlu günler” var mı?

(Gülüyor) Bilmem! Ben son kitabımda Kargo şiiiriyle biraz umutlandırmak istemiştim mesela okuru. Ama kitabın devamında dünyanın berbatlığından fazlaca bahsettiğim için olsa gerekti bu! Dünya muhtemelen hep böyle boktan bir yerdi bence. Dünya derken, insanın kurduğu, inşaa ettiği mekandan bahsediyorum, yoksa yeryüzü şahane bir şeydir.

Şu anki dünyadan bahsediyoruz ama mesela İkinci Dünya Savaşı döneminde o zamanı yaşayan insanlar da benzer umutsuz şeyleri söylemiyor muydu acaba?

Söylüyorlardı tabii ki. Dünya, insanoğlu ile boktanlığına kavuşur. İnsan, bu insan olmaktan evrilmedikçe dünya böyle bir yer olmaya devam edecek. Birbirini boğazlayan, birbirinin kanını akıtan, birbirini sömüren. Tek tek iyi insanlardan
söz edebiliriz, insan ve iyilik vs, ama o ayrı bir şey, genelde insanoğlunun tarihi seyri hep böyle, kanlı bir şey! Biz bu gezegen için en tehlikeli türüz. Sadece kendi türümüz için değil, yeryüzünün sakinleri için de en tehlikeli türüz biz. Al işte; ormanlarını yok ediyoruz, sularını yağmalıyoruz; o da dönüp dolaşıp bizden bunun hesabını soracak.

Yeni nesli de hesaba katarsak; şiirlerinizi okuyorlar, seviyorlar, takip ediyorlar; beğenilmek, okunmak nasıl bir his?

Güzel bir şey. Bazen anlamakta zorluk bile çektiğim bir şey. On, on beş sene önce böyle bir şey yoktu. Şimdi insanlar belki birebir iletişimle, belki sosyal medyanın varlığıyla, her şeyin kolay ulaşılabilir olmasıyla belki ya da bir yandan da yaş alıyorum, yaşlanıyorum diye de okur sayısı artıyor olabilir. Ya da belki genel olarak ülkede okur sayısı da artıyordur. Bundan çok emin değilim ama sanki bana biraz öyle geliyor. Bunun için sevinebiliriz mesela, umutlu bir şey var mı diye sordunuz ya; bu umut verici bir şey. Şiir, roman gibi “çok satan” bir şey olmayacak çünkü roman çağında yaşıyoruz. Ama kendimden yola çıkarak söylüyorum; şiirin okunduğunu görmek güzel bir şey. Ama bu topraklar şiirin toprağı, Modern Türkiye’nin en büyük varlığı nedir diye sorulsa, şiiridir, derim.

Son olarak, sorulmuştur muhtemelen ama ben sesinizden duymak istiyorum; sizin için şiir olmasaydı dünya ne olurdu?

Bilmiyorum. Hasbelkader şiir yazmaya başlayan bir şairim ben, gençken iyi bir sporcu olmanın derdindeyken kendimi sakatladım ve bu benim için kritik bir eşik oldu. Bir daha spor yapamayacağımı öğrendim. Ve bir gün bazılarına da özenerek şiir yazmaya başladım. Derken kitaplar yürüdü gitti. Beşinci kitabım çıkınca; Yeryüzü Halleri’nden bahsediyorum; bundan sonra daha iyi bir kitap yazamam herhalde diye düşünüyordum fakat sonra bunun son olmadığını anladım, derken farkettim ki belki düzenli aralıklarla değil ama yaşadığım sürece yazacağım. Şiir yazmak benim boynumun borcu oldu işte sonra.


İyi ki yağmur durmadı bugün, yazımı bitirdikten sonra, Birhan Keskin gibi bir şairin bana güvenerek sorularımı yanıtlamış olmasının kutlamasını yaptım pencere kenarında kendi kendime. Buna vesile olan çok sevgili ortak arkadaşımız Taylan Şahin’e elli üç yıl boyunca teşekkür edeceğime eminim. Bir şair kadar soğukkanlı olamayacağımı biliyorum hayatım boyunca, tam tersi; elleri titreyen, heyecanlanan, sürekli kendimce doğru olanın çoğunluk tarafından hata sayılabileceği düşüncesiyle kıkırdayan bir fotoğrafçıyım en nihayetinde.

İyi ki böyleyimdir belki de, yoksa bir şairin karşısına geçip, merak ettiklerimi soracak cesareti nasıl bulabilirdim ki kendimde?