LORD BYRON “Sorun: Can sıkıntısı. Çözüm: Seks, alkol, silah.”
Büyük amcası “Kötü Lord”; babası “Deli Jack” Byron olarak tanınıyordu. Zengin bir ailenin çocuğu olduğu halde para ona yetmiyor egzotik hayvan topluyordu. Kasvetli bir ruh halinin pençesindeydi. “Bir hiç için ağlarım,” diye yazmıştı bir keresinde.
Kapalı alanda silah ateşlemek, atalarının kafatasından şarap içmek gibi dehşet huyları da depresyonunu hafifletmiyordu. Sadece sürükleyici bir kitabın onu sakinleştirip eski haline getirdiğini görmüştü. Yirmi yaşında İngiltere’den ayrıldı. Avrupa ve Asya’da gidip geldi. Sadece bir yıl içinde Venedik’te iki yüzden fazla kadınla yattı. Annesi “Sevgiden, çaresizce sevmekten başka bildiğim hiçbir rahatsızlığı yok,” demişti. Bencil olduğunu ve insanlardan nefret ettiğini, şarap ve şehevi ilişkilerden epeyce sıkıldığını yazdı güncesinde. Çok ünlü biri olduğunda yaşamanın acılarına katlanmak zorunda kaldı. Hayranlarından gelen mektuplardan kadınların saçlarını topluyordu. Artık saç koleksiyonu yaptığı biliniyor, onu kaybetmek istemeyen Leydi Caroline Lamb’in kasıklarından bir tutam kesip yolladığı -hem de fazla dipten, kanatıp- kıllarıyla karşılaşıyor, ondan çark edip apar topar Lamb’in kuzeni Anne Isabelle ile evleniyordu. Evliliği, mutluluk peşinde koşan bir adamın ızdırabı olarak tanımladı. Bu evlilik ona mutluluk getirmedi ve Don Juan’ı yazdığında bunu öngörmüş gibi “Cehennem’e mi düşse, yoksa mutsuz bir evliliğe mi, bilemiyor hangisi en acısı,” demişti.
Evliyken başka kadınlarla buluşmaya devam etti. Üvey kızkardeşi Augusta Leigh’i hamile bıraktı. Isabelle, evleneli henüz bir yıl olmuştu Byron’dan boşandı. Ensest suçlamasına ek olarak kendisini livataya -yasalar önünde ciddi bir suçtu- maruz bıraktığını iddia etti. Byron’un bu zor dönemde en yakın dostu yanından eksik etmediği afyon ruhu şişesiydi.
İngiltere’ye göre biri değildim, İngiltere de bana göre değil,” diye yazdı Leydi Blessington’a. Böylece Lord Byron yanına hayvan dostları ile sevgili tabancalarını alıp yabancı sulara yelken açtı…
OSCAR WILDE
“Absente hiçbir zaman tam alışamadım.”
Wilde 16 Ekim 1854’te Dublin kentinde sıradışı bir ailenin ferdi olarak dünyaya geldi. Saygı gören bir cerrah olan babası adı çıkmış bir kadın avıcısıydı ve evlilik dışı ilişkilerinden çok sayıda çocuğu vardı. Annesi ise “Speranza” takma adıyla şiirler yazan bir kadın hakları savunucusuydu.
Oscar Wilde Oxford’tan mezun olduktan sonra düzenli olarak gazetecilik yapmaya başladı. Kendi çabalarıyla bastırdığı ilk şiir kitabının -adı Poems- ardından 1882’de konuşmalar yaparak Birleşik devletleri dolaştı. ABD gümrüğünde 27 yaşındaki “estetik profesörü”ne ülkeye girişte beyan etmek istediği bir şey olup olmadığı sorulduğunda gazeteci “Dehamdan başka hiçbir şey yok,” cevabını verdi.
Estetik kostümü İngiltere’de alay konusu olan Wilde için “Dünyada bugüne kadar hiçbir yetişkinin giyinmediği şekilde giyiniyordu,” diye yazmıştı bir New York Times muhabiri. Yüksek fötr şapkalarının altında açık, uzun saçları vardı. Göz alıcı kürk ve kadife paltolar giyiyor, fildişi bir baston kullanıyor, afyonlu Mısır sigaralarının birini söndürüp diğerini yakıyordu. Boston’daki konuşmasına kılığıyla alay etmek için bir grup Harvard öğrencisi geldiğinde Wilde “Karikatür, vasatlığın dehaya övgüsüdür,” demişti. Kadınsı kıyafetleri, makyajı, davranışları alay konusu oluyor, bazı gazeteciler peltek olduğunu yazarken, kararsız cinselliği hakkında dedikodu üretiliyordu. Evliydi ve iki çocuğu vardı ancak Wilde eşcinsel olduğunu da gizlemiyordu. En uzun eşcinsel ilişkisini 1891’de tanıştığı genç Lord Alfred Douglas’la yaşadı. Homoseksüellik İngiltere’de o dönemde ağır suç sayıldığı için başı bu ilişkiden belaya girecek, suçlu bulunacaktı. Kamuoyu 19. yüzyılın sonlarında toplumda görülen çöküşe bir günah keçisi arıyordu. Victoria Dönemi’nin huzurlu günlerinin sonuna gelindiğinden endişe ediliyordu. Böylece “Dekadanların” en ünlü ismi olan Wilde toplumsal değerlerin kapsamlı çöküşünün müsebbibi sayıldı. Bir keresinde kendisine kitaplarında işlenen konular sorulduğunda “Dorian Gray’in Portresi”nde dile getirdiği savunmayı kullandı: “Ahlaklı ya da ahlaksız kitap diye bir şey yoktur. İyi yazılmış ya da kötü yazılmış kitap vardır.” Hapiste iyice yıpranmış, o dönemde annesini de kaybetmiş olan Wilde’in bedeni, çıktıktan sonra onu yatağa düşürdü. Enfeksiyonla savaşırken yatmaktan bıkan Wilde bir kadeh absent içmek için yakınlardaki bir kafeye gitti. “Kendini öldüreceksin Oscar. Doktorun absentin senin için zehir olduğunu söylediğini biliyorsun,” dedi arkadaşı Robbie Ross ona. “Uğruna yaşayacak neyim var?” dedi Wilde yatağına dönerken. Kısa bir süre sonra da komaya girip Paris’te hayata gözlerini yumdu.
ECE AYHAN
“Atlasları getirin! Tarih atlaslarını!
En geniş zamanlı bir şiir yazacağız,”
diyen Ece Ayhan, İkinci Yeni şiirinin en önemli temsilcisi olarak görülse de kendisi onun yerine “Sivil Şiir” tabirini kullanmayı önerir.
İlk şiirlerinden itibaren kendine özgü bir dil kullanır. Cümle yapısında yaptığı değişiklikler şiirini ayrıksı ve zor anlaşılır kılar. Uzun süre beynindeki tümörün yol açtığı hastalıklarla uğraşır. Kısa aralıklarla birçok işe girer çıkar. Bunlar arasında Meydan Larousse ansiklopedisinde yazarlık da vardır. Bir ara yaptığı devlet memurluğu görevinden ayrılıp “Soluk alıp verdiğini gerçekten duyduğum tek kent,” dediği İstanbul’a yerleşir.
O huysuz, hırçın şairdir.
Disiplinli hayat tarzı ona göre değildir. “Kimsesizlerin, sokaklarda yaşayanların, açların ve parklarda barınanların, dışlanmışların, orta ikiden ayrılanların, kabadayıların, berduşların, kısacası tarih dışına düşürülen lümpenlerin yanında rahat ediyorum ben,” diyen şairin bazı şiirlerinin isimleri şöyledir:
-Bakışsız Bir Kedi Kara,
-Çapalı Karşı,
-Melahat Geçilmez,
-Mor Külhani,
-Yort Savul,
-Zambaklı Padişah,
-Orta İkiden Ayrılan Çocuklar İçin Şiirler,
-Bir Elişi Tanrısı İçin Ağıt…
“Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler.”
THOMAS BERNHARD
“Ben teslim olmam, hepsi bu!”
Bernhard, yoksul bir ailenin çocuğudur. Ağır koşullar altında yetişmiştir. Savaş yıllarının yokluklarını yaşamış, vereme yakalanmıştır. Bu yüzden romanlarında sürekli mücadele, karşı koyma ve öfkeyle karşılaşırız. Kimseyi beğenmez. Elinden tutanları, ödül veren kurumları, eski dostlarını sövgü yağmuruna tutar. Yazılarının ilgi çekici yanı içine düştükleri sefaleti dilsel bir enerji ve öfkeyle yansıtmasıdır. Kimi kitaplarında kahramanların öfkesi gittikçe artsa da yer yer dilsel bir şölene dönüşür anlatı. Zaman içinde sıçramalar, yer yer çözülmesi zor, upuzun cümleler, tutarsızlıklar vb. onu iyi sanat düzeyine çıkabilmekten uzaklaştırmamıştır. Thomas Bernhard’ın kahramanları durmadan nefret ettikleri konulara dönerler, nefretlerini körükleyecek koşulları ararlar, iğrenmeden, nefret etmeden yaşayamazlar: Viyana’dan nefret ederler, oraya koşarlar; müzik dünyasından iğrenirler, müziksiz yapamazlar; kız kardeşlerinden nefret ederler, onu ararlar; gazetelerden iğrenirler, okumadan edemezler, aydın lafazanlıklarından tiksinirler ama eksikliğini hissederler, edebiyat ödüllerinden iğrenir ve yeni kostümler giyip koşa koşa onları almaya giderler… Hoşlanmadığı şeylerin tam tersini yapan, nefret ettikleri konulara saplanan, kendilerini sanki hep suçüstü yakalamak isteyen bu insanlar biraz da Dostoyevski’nin kahramanlarını anımsatır.
Evlilik dışı bir ilişkinin çocuğudur. Annesi onu kendi köyünde doğuramadığı için hem de çalışmak kaygısıyla bir arkadaşının yardımı sayesinde Hollanda’ya gider. Orada düşmüş kızlar için binası olan manastırlardan birinde dünyaya gelir. İş bulduğunda da dönene kadar limandaki bir balıkçı teknesine emanet edilir. Yalnızlıktan hoşlanır. Hayatı sever ama insanları pek değil. Bir gün kaldığı kentte insanların ona alışamadığını keşfeder. Etrafı çiftçilerle, rençberle doludur, komşuları selam vermezler ona. O da selamı sabahı keser ama bir gün karşı komşunun oğluna sorar: “Baban neden bana selam vermiyor?” Çiftçi olmayışını bağışlayamıyormuş. Onun yazdıklarından doktorların acımasız birer canavar olduğunu, sanatçıların çoğunun aptal, yeteneksiz, müzik dünyasının sahtekarlarla dolu olduğunu, zenginlerin ve aristokratların iğrenç asalaklar, yoksulların da fırsatçı ve üçkağıtçı olduğunu, aydınların çoğunun özenti düşkünü boş kafalılar olup gençlerin de çoğunun her şeye gülen budalalar olduğunu okuruz; kısacası insanların tek tutkusu birbirlerini yok etmek, mahvetmek, kazıklamak, aldatmaktır. “Hayır, hayır en iyisi uzaklaşmak, iyice uzaklaşmak, bir otele gitmek, hoşuna gittiğin sürece kalmak, sonra bir başkasına geçmek. Deniz kıyısında koşabilirsiniz ya da ormanda, sonra eve gelirsiniz, her şey bitmiş.”