SENİN bağışlanan gözlerin sevgilim, bir buğday tanesi kadar çılgın
Senin güldüğünde gözlerin, fırtınaları susturacak kadar inanılmaz
Senin dişlerin çılgınca parlayan, hiç bitmeyecek senfonik bir kopuş
Emilia Clarke, dudaklarının kenar çizgisinde bir kelebek dolaşıyor,
Biliyor musun? En az senin kadar gülen insanlar nihilistlikte kayboluyor
İçsel bağırışmalarla insel bozulmalar arasında koşup duruyor insanlar
Ancak sen bir kez çıkıp da söylersen nasıl imzalar atılacağını zamana
O zaman onlar da susacak ve doğruyla eğrinin ayırdına varacaklar
Biliyor musun Emilia Clarke, sen güldüğünde onlar da hep gülecek,
Senin ejderha ve yanmaz güzelliğini keşfettiğin o an, hikâyede şüphesiz
Bize de kalıpları kıran, manyak erkekliğin savaşan yüzünü gösterdin:
Yeniden yazıldığı koca dünyada sana sunulan cesaretten biraz otlanıp,
vaaz eden, brilliant sun bakışında odaklanan, kum sahilinde uzayan,
kulaç atışlarının bir gemiye mi, yoksa bir gezegene mi bir anlık flu…
Yok yok yok, senden başka hiçbir şeye ihtiyaç yok, aşkından başka!
Atına çıplak bindiğin gün herkesin gözü zıplayan göğüslerindeydi.
Aşkından bir gün ölecek insanlar kılıçlarını senin için kınından çıkarıp
sokmayacaklar yerine, çünkü Emilia Clarke sen onlara ölümsüzlük
vaat ediyorsun! Atın önde koşarken bir sürü kişi senin mi peşinden,
özgürlüğün mü bilemeden gelecek. Emilia Clarke, oturduğun her bir
halının ve yumuşak yerlerin, güzel etini rahat ettirecek kadar namuslu
olup görev bilmesini, hizmet etmesini isteyecek sensiz yapamayanlar.
Sen bir çöl, iki çöl aşarken yolları biraz küsüp geri dönenler olacak.
Yemek, içmek, sevişmek isteyecekler; izin vermezsen asla olmayacak
bir şey! Geri dönüp baktığında umurunda mı? Evet, evet, evet. Onları
kulaklarından tutup getireceksin, sokacaksın hizaya. Ellerine bir harita
tutuşturup anlatacaksın gülen gözlerinle: Az kaldı diyeceksin, az kaldı!
Bana inandınız, beni gördünüz, beni sevdiniz: Haydi o zaman yürüyün.
Güneş alınlarına vuracak sen soyunacaksın, korkmayın ey halkım!
Ben; işte gözlerinizin önünde, size bir hayat vaat ediyorum, yaşayın.
O anda ne olduysa oldu Emilia Clarke, ben sen oldum, aşkın ve ruhun.
Son ezeli ejderhanın çığlığı doldu kulağıma, kaçamayacağımı anladım.
Senden ve seninle gelenlenlerden: Bir halk ki gözü dönmüş çılgın, çılgın
atılgan, durdurulmaz, inanılmaz gergin ve sana âşık bir halk, hem de çok.
Emilia Clarke, senin enine boyuna düşüncelerin bir kalbin koyu kırmızı
yayılması gibi bedene canlı, suçsuz, korunmasız ve güçlü, ohh… SEN!
Sen, bir bardak kırmızı şarabın kükürt kokususun benim nazarımda
İnsanlar senin için kalabalık bir an sadece, biliyorsun ben hep hayalinim.
Dudaklarını ısırıp, soydukça tenini, karşına bir gerçeklik çıkacak-çıkacak
Savaşan, bağıran, hayal edip kuduran, seni isteyen ve senden başka
bir şey istemeyen. Bir kez daha gözlerine bakıp olur olmaz, kayıp-mayıp
aramadan saldıran bir ışık. Haydi diyorsun bir kale var, alalım. Oraya bir
yuva kuralım, bir kez daha inşa edelim, insanlık için olsun: O insanlık ki
hep bekledi, artık son. Biz geldik, ateşle, inançla ve aşkla: Şimdi beni ÖP!